Bu ülkede hiç bir kere hayat bayram olmayacak. Isırdığı elmadan, kopardığı ekmekten bir tat alamaz oldu, yaşam denilen coğrafyadan insanlar.

Birilerinin demokratik değerlerine yapılan olağanüstü bir saldırı var. Ve o, orada durmak isteyen her kimse belli bir süreden sonra ya vazgeçiyor ya da kayboluyor. Şu anda Türkiye literatüründe sınıf bilinci o kadar zayıf ki, bazı şeyler için elitlik söylemi başarısız kalınıyor. Avrupai tartışmaların yaşanmadığı bir ortamda, Avrupai bir gösteriş sergilemek isteyen Boğaziçililer, Mehmet Özkan konusunda o kadar yapısal bir gösteriş sunmadıkları için başarısız kalıyorlar. Kabul görülmeli ki, o protestoların içinde pek çok öğrenci var. Ve bu organik tepki kendiliğinden oluşmadı elbette. Akademi biat etmez, diye gurur yaparak, belli bir nükteye kadar götürecekler işleri. Ama görmeyi unuttukları başka noktalar da var, tabii. Mesela sokakta yaşayanlar, Melih Bulu ve organik öğrenciler kadar gün yüzüne çıkmıyor.

Yahut Pandemi’ den ötürü cezaevinden çıkıp ’ta sokakta yaşayan ve cezaevine tekrar gönderilmek isteyenleri kimse gündemine almıyor. Elinde ki sabiyi komşuya bırakıp intihar edecek kadar yoksulluğun bataklığına batanı, kimse avucuna almıyor. Yoksulluktan çok, yokluktan çok Melih Bulu girdi hayatımıza. İstifa etmesini bekleyenler, akıl tutulması yaşayacaklar. Devasa bir avam ortamı varken, kimse bir istifa haberi beklemesin. Geçmişe gitme merakım yok ama Melih Bulu ve ya boğaz içi bir belediye kadar büyük değildir. Evet Boğaziçi bir aralar dünya sıralamasındaydı ama artık değil. Kabul görülmeli ki mevcut üniversiteler artık bilgi ve bilim fabrikaları olmaktan çoktandır çıkmış. İş artık maksat eylem olsuna getirildi. Artık bütün siyasi konulara alet olmaktan çıkmalı, Boğaziçi. Olaylarla ilgili ana akım olan medyada ilgisiz kalmakta, o yüzden bir şekilde ya berhava edilmeli yahut bir çözüme kavuşturulmalı. Çünkü, birilerini kriminalize etme çabaları gerçekten sonuçsuz kalıyor. Anlatılacak o kadar çok duygu karmaşası var ki, Boğaz içi olayları normalin dışına atılıyor, atılmak zorunda kalınıyor.

Ülkenin enginliğine gizlenmiş bir kaç gerçeklik var, yıllardır. Yokluk, yoksulluk. Görmezden gelinen bu lafızlar, insanların hayatlarına sebebiyet veriliyor. Bu tümceler yüzünden, hayatın baharında ki insanlar canlarına kıymık kıymık kıyıyor. İntihar olgusu, insanlara mini bir ölüm halini almaya başladı. Kopan tufanı bir nebze olsa göğsümüzde yumuşatmadığımız için, çor gönüllü oluyoruz. Cebinde yaşayamadıklarının bin pişmanlığı ile ölüme gitmek zorunda olanların vebali, boynumuzda acı birer süpürge olarak kalacaktır. Ağaç hep aynı ağaç olarak kaldı. Güneş ve hava da hep aynı kaldılar. Boş veren ise hep biz olduk. Biz aynı kalmadık. Yoksulluğu ne derimizin, ne damarlarımızın, kemiklerimizin, ne etimizin altında ve ne de içimizde ığıl ığıl hissetmedikçe, acı semesi hep kursağımızın müdavimi olacaktır. Ve onlar duamız da dâhi birer fısıltı oldukları müddetçe, hep tılsımlı olarak kalacaklardır. Bir adam traktörüne haciz geldi diye kalp krizi geçirir mi? Mevsimlik işçilikte babasını kaybedip, ertesi yıl babasının öldüğü yere tekrar çalışmaya gidilir mi?

Eskiden yardım kolilerini almaya kadınlar veya çocuklar almaya giderdi. Şimdilerde ise erkekler de almaya başladı. Ve yoksulların dudaklarının arasına uyduruk bir emzik sıkıştırma ile geçiştirme uğraşındalar. Ve ne yazık ki bizde o yokluğun içerisinde elaman olup kayboluyoruz. Yoksulluğu çözdüğümüzde, belki de çocukluğu da çözmüş olacağız.