1 Eylül günü, Belçika’nın Antwerpen bölgesinde bir parkta oturuyoruz. Parka bir grup telaşlı adam geldi. Aralarında heyecanlı bir konuşma geçiyor, moralleri bozuk. Çevreyi inceliyorlar. Demir bariyerler kurup, bir bölgeye güvenlik şeridi çektiler. “Bomba ihbarı” falan mı var, diye pür dikkat yaşananları  izliyoruz. Biri, elindeki kamerayla her tarafı görüntülüyor. Ağaçlara odaklandılar. Ağaçlara uyarı yazıları astılar. Etrafı, kılı kırk yararak inceledikten sonra, yerde “yatan” bir ağaç dalı etrafında çemberi daraltarak, kümelenmeye başladılar. Ağaç dalının başında toplanıp, şaşkın ve heybetli tavırlarını sürdürdüler. Belliki, doğalında ağaçtan kırılıp yerde “yatan” dalın kritiğini yapıyorlar. Telefon ve telsiz trafiğine başladılar. Kısa bir süre sonra merdivenli iki itfaiye aracı telaşla park alanına intikal etti. Telaşlarına bakılırsa Kral Philipden talimat almış olmalılar! Araçlardan inen ekipler de kısa süreli ve gergin bir çevre kontrolü yaptılar. Uzunca bir planlama sürecinden sonra, tam teşekküllü koruyucu ekipmanlarını giyerek, aralarından iki kişi, ağaçlardan birine yanaşan merdivenli aracın kasasında, göğe doğru yükselerek, dalın kırıldığı bölgeye yoğunlaştılar. Ardından, kırılma ihtimali olan bir dal tespit edip, motorlu testereyle ama üzülerek kestiler. Diğer ağaçları da kontrol edip, yerdeki iki ağaç dalını saygıyla bir arabaya istifleyip, dalları alarak olay yerinden uzaklaştılar.

İlk defa, bir, 1 Eylül Dünya Barış gününde, barış yanlılarına polis müdahalesinin olmadığı ve eylemcilerin barış sloganları atmadığı Dünya Barış Günü hareketliliği yaşıyordum. Neredeyse ekipler kadar şaşkındım. 

Birkaç gündür, hep saygı ve panik ile karşılamış olduğum siren seslerine daha soğukkanlı yaklaşabiliyorum. Zaman zaman siren sesi duyduğumda, “ya bir ağustos böceğinin sesi kısılmıştır ya da bir cırcır böceği cırcır olmuştur!” diye, tiye bile alabiliyorum. Hareketli bir 1 Eylül günüydü. Bir ağaç dalına verilen değer, insanın gururunu okşuyordu. Bu durum, ana haber bültenlerine, ön sıralarda kendine yer edinmediyse şaşırırdım!

Tabi bu tatlı telaşı izledikten sonra, ister istemez empati yapıyor insan. Kendi yaşadığı coğrafyaya kayıyor aklı… Halise Aksoy’a, PTT kargo ile oğlu Agit Aksoy’un kemiklerinin teslim edilişi geliyor aklıma… Henüz üç gün öncesinde, Hakan Aslan’ın kemiklerinin, yedi yıl süren bekleyişten sonra, babası Ali Rıza Aslan’a bir kutu içerisinde verilişi sonrası, bir yol kenarında beklediği görüntüleri geliyor gözlerimin önüne. Hiç bir ahlaki ve hukuki normda yeri bulunmayan bu muameleler karşısında olması gerektiği gibi hayıflanıyor ve tarifsiz duygulara kapılıyorum. 

Kimliklerinden bağımsız, yaşamını yitirmiş insanların cenazesine saygı ve insanoğlunun en kadim geleneği olarak, defin ritüelinin yerine getirilmesi nasıl da bu şekilde aşağılanabilirdi? Ama en büyük yanılgı da kimliklerinden bağımsız düşünmekti. Kendinden olmayanın cenazesine ve hatta tüm insanlık değerlerine saygısızlık tercihi, bir düşman hukukundan başka bir şey değildi. Cenazelere yapılan bu saygısızlık ve hukuksuzluk tam da kimliklerinden kaynaklanıyordu. Ve bu, günlerce cesedinin yerden kaldırılmasına ve defnedilmesine izin verilmeyen Taybet Ana, cesedi polis aracına bağlanarak yerlerde sürüklenen Hacı Lokman Birlik ve sayısızca benzerleri ile hep zihinlerimizde diri tutulmaya çalışılıyor. 

Kuşkusuz ki, 1 Eylül Dünya Barış Günü’nden hemen önce, barış isteyenlere, savaştan beslenenlerin adi ve provokatif bir cevabıydı bu yaşananlar. 

Sürekli olarak batının ahlakını eleştiren bu ahlaksızlara, barış isteyenlerin mücadelesi neticesinde yargı yoluyla hesap sorulacak günler yakındır. Üzülerek, “batı ahlaksızlığı”nın bir ağaç dalına verdiği değer kadar, yurdum insanının ölüsüne-dirisine değer verecek bir yönetim temenni ediyorum.