Dil, hakikatin aydınlanışında ve varoluşun anlam kazanmasında çok önemli bir yere sahiptir. Dil, İnsanın, dişleri ardında bulunan bir organ olmasından çok daha fazla bir işlev ve öneme sahiptir, sadece bir iletişim aracı değildir. Dil aynı zamanda belirleyendir ve öznedir. İnsan bir nevi dilin içine doğar. Bu açıdan kullanılan dili, söylemi iyi bellemek ve farkında olarak hareket etmek gerekir. Nefret, dilden doğar, Sevgide öyle

Dil o kadar önemlidir ki birçok bilim dalının ilgisini çekmiştir; Dil fizyolojisi, Dil psikolojisi, Dilbilim ve antropoloji bunlardan sadece bazılarıdır. 

Derrida dilin sınırsızlığını vurgular. Ve bir ifadenin bir şeyi değil sınırsız sayıda şeyi gösterdiğini belirtir. O’nun için dil sabit bir anlamı oluşturmaz. Post-yapısalcılara göre de Dil ve metin her şeydir. Zihnimiz bu dil ve metne bağlıdır. İnsan bunların eklektik bir parçasıdır dil ve metin dışında hiçbir şey yoktur. ‘her söylem Kendi anlamını üretir’ aynı zamanda her söylem dil ile oluşur. Söylemi açığa çıkaran dildir.  Keza M.Focoult içinde, Dilden bağımsız bir dünyayı düşünmek mümkün değildir.

Yine Derrida ya göre dil sonsuzca anlam üreten sonsuz bir oyundur. Bugün bizler çoğu kez dil aracılığıyla düşünür, hareket ederiz. Çünkü dil doğrudan doğruya bizim bilincimize, aklımıza uyarıda bulunur. Bize ne yapmamız gerektiğini söyler. Bizler, dilin kelimeleri ve anlamlarıyla kodlanmış bulunmaktayız. Dil, bize sola dön dediğinde sola döneriz. Sağa dön dediğinde de sağa döneriz. Fakat Dilde anlama kavuşmamış ses çıkarıldığında o ses karşısında boşluğa düşer ve ne yapmamız gerektiğini yeterince anlayamayız. Bu açıdan da dil insanın hapishanesi, dünyası ve ‘hakikatidir’ Aynı lisandan konuşmayan iki insanın çaresizliğini düşünebiliriz. İnsanların hayvanlarla yeterince anlaşamaması dünyalarını keşfedememeleri ortak bir dillerinin olmamasındandır. 

Hakikat söz konusu olduğunda Focoult ve Derrida, ne idealizmi ne de materyalizmi bir hakikat noktası olarak kabul eder çünkü onlara göre, ‘Dil, bütün mümkün deneyimin sınırı ve ufkudur’ bu ifadeden hareketle ‘hakikat dile mahkumdur’ gibi bir anlamda çıkarabilmek mümkündür. Çünkü İnsan, tarihi, hayatı, duyguyu ve düşünceyi ancak dil aracılığıyla bilebilir. Aynı şekilde eylem, dile bağlı gelişmektedir.

 Örneğin Zuni dilini konuşanlar turuncu ve sarı renkler için aynı kelimeleri kullanmaktalar ve diğer insanların neden iki farklı kelime kullandıklarına anlam verememekteler. Fakat bu bizler için çok kafa karıştırıcı olur.

Yeni Gine’deki Dani dilinde ise tüm renkler için sadece iki kelime (koyu ve açık) vardır. Oysa bu durumu kavramak bizler açısından çok zor olmaktadır.

Dil, algı ve zihin için her zaman özel bir yere sahip olmuştur. Somutlaştırmak gerekirse Bir grup araştırmacının yaptığı çalışmalar sonucu Rusların, diğer milletlere göre mavi rengi algılamaları daha başarılı ve daha doğru sonuçlar açığa çıkarmış. Çünkü mavinin ana tonu diğerleri ve bizlerin kullandığı tek tanıma karşın Ruslar mavinin tonlarına farklı tanımlar geliştirmiştir. Buradan çıkan sonuç, dildeki dünyayı tanımlama oranı arttıkça yani aslında dilin işlevi arttıkça zihnin işlevi ve görme biçimi de olumlu olarak etkileniyor.

‘Davranışsal Ekonomist Keit Chen’e (2012) göre, belirli bir dil içinde gelecek zaman olup olmamasına bağlı olarak O dildeki insanların geleceğe ilişkin tutumları farklılaşmaktadır… Chen’e göre; Gelecek zaman kipi olmayan dilleri konuşan insanların tasarruf yapma eğilimi, gelecek zaman kipi olan dilleri konuşan insanlara göre ortalama olarak %30 daha fazladır. Benzer şekilde gelecek zaman kipi olmayan dilleri konuşan insanlar emeklilik için ortalama %25 daha fazla birikim yapıyor. Çünkü bir dilde gelecek zaman kipi olunca, gelecek bize daha uzak bir gerçeklik olarak görünür. Gelecek zaman kipi olmayan dillerde insanlar geleceği kendilerine daha yakın bir kavram olarak ele alır…

Sosyolinguist Susan Ervin ABD’de yaşayan ve akıcı şekilde çift dil konuşan Fransızlarla 1964 yılında bir araştırma yaptı. Ervin bu katılımcılara bir takım çizimler gösterdi ve bu çizimlere dayanarak onlardan üç dakikalık bir hikaye oluşturmalarını istedi. Katılımcılar bazı oturumlarda İngilizce, bazılarında ise Fransızca kullandılar. Araştırma sonucu ilginçti. Katılımcılar, İngilizce konuştukları oturumlarda oluşturdukları hikayelerde daha fazla fiziksel saldırganlık, kadın başarımı,  suçlamalardan kaçma ve ebeveynlere karşı sözel saldırganlık ögeleri kullandılar. Oysa Fransızca konuştukları oturumlarda daha fazla suçluluk duygusu, büyüklere karşı itaat ve akranlara karşı sözel saldırganlık ögeleri kullandılar. Katılımcıların düşünme biçimleri büyük ölçüde kullandıkları dile göre değişiyordu.’’ 

Daha çok post-Modern feministlerin bir yaklaşımı olan bir başka örnekte ise ‘Kadın’, ‘Bayan’ ayrımıdır. Post-modern feministlere göre ‘Bayan’ demek bir eğilimin işaretidir. Buna göre Kadını nazikleştirmeye çalışan, narin ve kırılgan gören dolayısıyla daha çok tutucu kesimlerin tercih ettiği bir zihniyet sonucudur. ‘Bayan’ kelimesini kullanmaya devam etmek insanlardaki bu zihniyet algısının da sürmesinin devam etmesi demektir. Post-modern feministler kullanılan dil düzeltilirse bakış açısı da düzelir’ perspektifinden hareket ederken sonuç itibariyle kelimeler, kavramlar ve dil insan varlığının hakikat algısını önemli ölçüde oluşturmaktadır. Bu açıdan Focoult, dilin oluşum ve gelişimini iktidar ve siyasi organizasyonla içi içe ele alırken çok önemli bir konuya işaret etmektedir. Dilin toplumsal, özgürlükçü barışçı ve toplumsal cinsiyet örgülerin azad olması hayatidir. Sınıf, emek, ekoloji, ulus, cins mücadelelerinin hepsinde dil çok önemli bir yere sahiptir. Nesneleştiren, öteki kılan, hor gören, ırkçılıkla kodlanmış dil terk edilirse toplumsal mücadelelere çok büyük katkılar sunulur. Bu gerçekliği 1400 yıl önce gören Hz. Ali boşuna; Dilin cirmi (kendisi) küçük, (cürmü) suçu büyüktür. dememiştir.