Gazete Emek-350.org'un Türkiye temsilcisi Efe Baysal dünyanın gidişatı hakkında Gazete Duvar'a konuştu.  Baysal, "Önümüzde sadece 12 yılımız var ve her geçen gün fırsat penceremiz kapanıyor. Daha adil, eşitlikçi, yaşanabilir bir gezegen için, geleceğimiz için herkesi bu konuda duyarlı olmaya ve ses çıkarmaya davet ediyoruz" dedi.

 
Dünya’nın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de alışmış olduğumuz iklim koşulları, yerini giderek mevsim normallerinin dışında seyreden sıcaklıklara, şiddetli yağışlara, alışılmadık hava olaylarına bırakıyor. Fosil yakıtlarına olan bağımlılığımız bizle birlikte tüm canlıları ve yaşam alanlarımızı tehdit ediyor. Ancak dünyanın dört bir yanında bu durumu kabul etmeyen, iklim krizine dur diyenler de var.

‘İklim hareketinin sesi yerelden yükselir’ sloganıyla yola çıkan 350.org’un Türkiye temsilcisi Efe Baysal ile iklim krizi konusunda nerede olduğumuzu ve alabileceğimiz önlemler üzerine konuştuk…

‘PETROL DEVLERİ ARAŞTIRMA SONUÇLARINI HASIRALTI EDİYOR’

İklim mevzusu üzerine bir örgütlenmeden bahsediyoruz. 350 sayısı ne anlatmaya çalışıyor? Neden 350?

350.org yaklaşık 10 sene önce kurulmuş ve iklim değişikliğiyle nasıl mücadele edileceği konusunda küresel boyutta çalışmalarda bulunan bir sivil toplum kuruluşu. 350 sayısı, yaşanabilir bir gezegen için kritik bir rakam. Zira 350 sayısı atmosferde bulunan karbondioksit miktarını temsil ediyor. Bilim insanlarına göre sağlıklı bir gezegen için bir milyon partikülde bulunması gereken karbondioksit miktarı 350. Bu rakamın üzerine çıkıldığında küresel ısınma gibi geri dönüşü olmayan bir sürece girmemiz söz konusu. Zira bizim bugün içinden geçtiğimiz süreçte milyon parçacıkta bulunan karbondioksit miktarı, 410 seviyelerine gelmiş durumda. 350 sayısı da bu bilimsel gerçeği vurgulayarak aslında şunu söylüyor: Arabayla bir uçuruma doğru gidiyorsun. Frene bas ve geri dön. Hatta geri dönerken arabadan in ve yürüyerek geri dön.


İklim değişikliğinin dünyanın oluşumundan beri sürdüğü bilinen bir gerçek. Şimdilerde ise buna iklim krizi demeye başladık. Yani içinde bulunduğumuz süreçte doğal akışı dışında giden bir şeyler mi var?

Evet, iklim değişikliği dediğimiz mevzu bundan yüz binlerce yıl öncesine gittiğimizde de vardı. Atmosferdeki karbondioksit dahil olmak üzere sera gazları belli başlı sebeplerden dolayı arttığında ısı artar, azaldığında ise düşer. 400 bin yıl önceden başlayarak 1950’lere kadar olan aralığa da baktığımızda karbondioksit miktarı 180 ppm ile 280 ppm arasında oynuyor. Örneğin, geçmişte bu miktar 180 ppm’e indiğinde küresel ölçekte ısının düştüğünü, buzul çağlarının yaşandığını biliyoruz. Yani geçmişte de hep bir dalgalanma görebiliriz bu anlamda.

Lakin 19. yüzyıldan itibaren atmosferde 280 ppm olan karbon miktarının çok istikrarlı bir şekilde arttığını ve grafiğinin hiç durmadan yukarı çıktığını görüyoruz. Kapitalist sistemin yayılması ve endüstri devrimiyle beraber artan fosil yakıt bağımlılığımızla birlikte atmosferde yoğunlaşan sera gazlarıyla bu ivmenin giderek arttığını söyleyebiliriz. İklim değişikliği ve sera gazlarıyla ilgili ilk araştırmalar yüz sene önceye dayanıyor. İşin daha da vahimi 1970’lerde, 80’lerde hepimizin yakından tanıdığı petrol devlerinin bu konuda ciddi araştırmaları var ve bu araştırmalar ışığında 80’lerde harekete geçsek şu anda içinden geçtiğimiz krizi de yaşamak zorunda kalmayacaktık. Ancak, bugün biliyoruz ki bu araştırmaların sonuçları gayet bilinçli şekilde hasır altı ediliyor, aynı lobiler iklim değişikliğini inkar etmek için düşünce kuruluşlarına milyonlar akıtıyorlar. Hikaye bizi bugünlere kadar getiriyor.

Bundan 10 sene önce iklim değişikliği dediğimizde görsellerde kutuplar ve kutup ayıları hep ön plana çıkardı. Bu da, iklim değişikliğinin sanki uzak bir gelecek ya da uzak bir mekanda yaşanan otantik bir mevzuymuş gibi algılanmasına sebep oluyor. Oysaki bugün krizin içindeyiz. Atmosferdeki sera gazları nedeniyle Pasifik’te giderek sular altında kalan ada ülkelerinden söz ediyoruz artık.

Kaldı ki iklim kriz deyince sadece bir hava değişiminden, aşırı hava olaylarından, kontrol edilemeyen yangınlardan bahsetmiyoruz. Birçok başka politik, sosyal, ekonomik sorunları derinleştiren temel bir sorundan bahsediyoruz. Şayet durdurulmazsa iklim krizi uzun vadede neye yol açacak o zaman? Yeni göç dalgalarıyla birlikte iklim mültecilerinden konuşmaya başlayacağız, Anadolu’da tarım alanlarının daralması ve susuzluk hepimizi etkileyecek, kentlerde altyapı sorunları daha sık gündeme gelecek, dünya nüfusunun onda birine ev sahipliği yapan ve kıyıda bulunan mega kentler, yükselen deniz sularıyla mücadele etmek zorunda kalacaklar. Kıtlık, yayılan salgın hastalıklar gibi ciddi bir sağlık faturası da cabası. Yani iklim krizi deyince daha karmaşık bir sorun yumağından bahsediyoruz. Bu yaşananlar günün sonunda gelip dolaşıp halkları vuracak.


‘MÜŞTEREK MÜCADELE İÇİN ORTAK PAYDADA BULUŞABİLMEK YETERLİ’

Türkiye’de ve dünyada iklim kriziyle mücadeleyle ilgili neler yapılıyor? 350 hareketi olarak genel örgütlenme pratiğiniz nasıl?

350 tek başına hareket eden bir ekip değil. Küresel ölçekte iklim değişikliklerini yoğun şekilde hisseden, fosil yakıtlarla mücadele eden topluluklarla bir araya gelerek aslında bu sesin yerelden yükselmesi, sahnenin önünde, bu sıkıntıyı doğrudan yaşayan ön cephe topluluklarının yer alması gerektiğine inanan bir yapı. 350, yerel örgütlerin sesini yükseltmek, aralarında bağlantı kurmak ve aktivizmi ortak bir yere akıtarak bu sesleri de müşterek bir mücadele için birleştirmeye çalışıyor.

Bu noktada birebir her hattının, her damarının bütün örgütlerle uyuşması gerekmiyor tabii. Müşterek mücadele için ortak paydada buluşabilmek yeterli. Özellikle ekoloji mücadelesi bu paydadan beslendiği sürece başarı elde ediliyor. Bizim buluştuğumuz nokta da iklim. O yüzden de ekoloji mücadelesinden gelen örgütlenmeler bu paydanın en önemli ayağı.

Yerellerdeki sorunlar birbirinden farklı şekilde ortaya çıkabiliyor. Bu mücadeleleri birleştirmenin bir metodu olduğundan söz etmek mümkün mü?

Bu sürekli devam eden bir mücadele. Deneyimlerden ders çıkarmak için bir araya gelerek kafa yormak gerekiyor. Bir araya gelip bilgi paylaşımında bulunmak, farklı yerellerdeki mücadeleleri birbirine dokunur hale getirmek istiyoruz. Her yerel mücadelenin birbirinden bağımsız dinamikleri olabilir, her şeyden önce farklı lokasyonlardan geliyorlar, ancak müşterek bir dert de var bir yandan. Bunların hepsi, en öncelikli mücadelemiz olan iklim mücadelesinin de doğal müttefiki aynı zamanda. Bir araya gelip bu sesi yükseltebilmek hem tarihe not düşmek, hem de birbirimize umut olabilmek için çok önemli. Aliağa’daki mücadele çok değerlidir mesela. İzdemir termik santraline karşı yaklaşık 10 senedir devam eden bir hukuki süreçten bahsediyoruz, ama geçmişe baktığımızda 1980’lerin sonundan başlayan 30 seneye yakın bir mücadele var burada. Bu umuttan, bu sebat etmeden, bu azimden öğrenilecek çok şey var.

‘YEREL YÖNETİMLERE BÜYÜK GÖREV DÜŞÜYOR’

İklim değişikliği konusu yerel yönetimler için de çok önemli bir sınav. Kendi sınırları içinde mücadeleyi yürütmelerine destek oluyor musunuz?

Yerel yönetimler ve belediyelerle her zaman dirsek temasındayız, ortak çalışmalar yapıyoruz. Bir örnek vermek gerekirse, giderek yeni normalimiz haline gelen aşırı yağışlar, kentte yaşayan canlıların hayatını tehdit ediyor, altyapıları da etkileyerek ciddi bir ekonomik fatura ortaya çıkarıyor. Başka bir örnek Climate News Network’ün yaptığı araştırmaya göre yükselen sular gelecekte özellikle mega kentleri tehdit edecek. Gidişat bu şekilde devam ederse sadece suların yükselmesi 2030’da İstanbul ve İzmir’de yılda 330 milyon dolarlık, 2100 yılında ise 15 milyar dolarlık hasar ortaya çıkarabilir. Bu da bizi kentleşme pratiklerimize ve planlamaya getiriyor. İklim değişikliğinin ani yağışları artırdığından söz ettiğimize göre, yerel yönetimler projeksiyonlarını yaparken seçimden seçime değil, 50 senelik yüz senelik planlama yapmalılar. 350 olarak, yerel yönetimlerin iklim eylem planlarını hazırlamaları konusunda bilgi paylaşımı yoluyla destek olmaya yönelik çalışmalarımız var. Seçim sürecinde yayınlamayı planladığımız ve bu konuyla ilgili yerel yönetimlere bir rehber niteliği olacak İklim Eylem Planı kitapçığı hazırlığımız var. Kamuoyu nezdinde bir duyarlılığın uyandırılması ve bu konuda çalışmaların yapılması konusunda yerel yönetimlere çok büyük bir görev düşüyor.

Türkiye bu konuda biraz geri kalmış durumda. Ne yazık ki iklim değişikliği Türkiye’nin yoğun üst siyaset gündeminde çok fazla gündeme gelen bir konu değil. Bu, yerel yönetimlere de sirayet eden bir konu. Oysa nasıl bir belediyecilik istediğimiz, nasıl bir dünya tahayyül ettiğimizle de alakalı bir durum.

 
 

Dünya ölçeğine baktığımızda ne gibi dersler çıkarabilir, hangi deneyimlerden faydalanabiliriz?

Özellikle ABD’de iklim değişikliği için çözüm üretmeye çalışan birçok yerel yönetim görüyoruz. En son Eylül ayında New York Belediye Başkanı, kendi eyalet sınırları içinde neler yapabileceği konusunda ciddi taahhütlerde bulundu. Hükümetler nezdinde iklim değişikliğiyle mücadele konusu tıkandıkça, hükümetleri biraz daha zorlayacak şekilde yerel yönetimlerle bağlantılar kuruluyor dünyada. Bunun için kentler bir araya geliyor, çözümler üretmeye çalışıyorlar. Yani işin bir yerel topluluk ayağı, yerel yönetim ayağı ve bir de hükümet ayağı var. Bizim dileğimiz tüm dünyada bu üçünün de koordineli bir şekilde gitmesi.

‘BU ENERJİYE NİYE, KİM İÇİN İHTİYACIMIZ VAR?’

Gerçekten bu kadar enerjiye ihtiyacımız var mı? Yoksa neden bu kadar enerji üretiyoruz?

Bu soru çok önemli. Sürekli ekonomik büyümeye endeksli bir kalkınma sisteminden söz ediliyor. Bunu söyleyenlere şu soruyu sormamız gerekiyor. Bu enerjiye niye, kim için ihtiyacımız var? Bugün bizim ürettiğimiz enerji gün geçtikçe azmanlaşan, dört bir yana yayılan kentlerimiz için mi; yoksa gerçekten de temel ihtiyaçlarımız için mi? Ya da her yerde ışıl ışıl parlayan AVM’ ler için mi?
Aslında bizi daha çok enerji üretmeye iten sistemin zorladığı tüketim kalıplarının en temelinde bir sıkıntı var. İklim hareketinin genel söylemi ‘’iklimi değil sistemi değiştir’’dir, Bu, zaman içinde klişeye dönüşmüş bir söylemdir ama çok doğru bir yere de değiyor. Çünkü sistemin temelinde bizi daha çok tüketmeye zorlayan bir şeyler var.

Türkiye’deki projeksiyonlara baktığımızda zaten fazlaca şişirilen bir enerji ihtiyacı söylemini görüyoruz. Enerji Bakanlığı’nın bütçe sunumlarına baktığımızda bu ihtiyacın çok fazla şişirildiği, bu kadar enerjiye ihtiyacımız olmadığının farklı araştırmalarla kanıtlandığı da bilinen bir şey. Misal, 2013 için ön görülen elektrik enerjisi 295 bin 500 GWh iken, reel talep bu rakamın %20 altında kalmış. Bizler belki de ‘kimin için enerji’ sorusunu çözersek daha hakkaniyetli daha adil enerji üretim biçimlerini de tartışmaya başlayabiliriz. Toplulukların kabul ettiği, insanların gerçekten de bir araya getirebileceği, ihtiyacımız dahilinde enerji sistemlerini nasıl kurabiliriz, bunlar üzerine kafa yormak gerekiyor. Yenilenebilir enerji konusunda pek çok mücadelenin verildiği Almanya ve Hollanda’yı ele alırsak, bugün birçok enerji kooperatifinin kurulduğunu ve aslında enerji ihtiyacının yerelde bu kooperatifler üzerinden çözüldüğünü görüyoruz.

‘SEFERİHİSAR BELEDİYESİ’NİN ENERJİ KOOPERATİFİ İYİ BİR ÖRNEK’

Nedir bu enerji kooperatifleri?

Topluluk üyeleri bir araya geliyor ve tıpkı gıda kooperatifleri gibi, bir ortaklıkla enerji kooperatifleri kurarak sadece tüketici değil aynı zamanda üretici oluyorlar. Kazancın da bölüşüldüğü bu sistemde aracı unsur ortadan kalkmış oluyor. Tepeden değil, tabandan bir girişimle ortaya çıkan bu sistem, merkezi şebekeyle de entegre edilerek, ihtiyaç fazlası enerji satılabiliyor.

Yerellerde bu bilincin oluşması zaman alıyor olmalı…

Evet. Aslında Türkiye’de, hatta küresel ölçekte yaşanan sorunlardan en önemlisi enerji konusundaki algı problemi olarak karşımıza çıkıyor diyebiliriz. Şöyle örnek vereyim, ekoloji mücadelesinden gelen biri olarak bu konularla ilgilenmeye başlamadan enerji benim için “düğmeye bastığımda elektrik geliyor mu, gelmiyor mu” sorusundan ibaretti. Ama o düğmeye bastığımda o elektrik hangi aşamalardan, hangi termik santralden veya bölgesini kurutan HES’ten geçerek geliyor diye kafa yormazdım. Bu niçin bu kadar önemli? O elektriğin üretilirken nasıl maliyetler ortaya çıkardığını, yarattığı ekonomik ve ekolojik maliyeti, kültürel alanlara verdiği zararları, ormansızlaşmayı ele aldığınızda ancak işin gerçek boyutunu anlayabiliyorsunuz. İşte o zaman farklı alternatifler geliştirilebilir mi diye düşünmeye başlıyorsunuz. Yani enerjiye bu kadar yabancılaşmış olmasak, kendi enerjimizi kendimiz üretiyor olsak algımızda da değişiklikler başlayacak bizim.

Türkiye’de yakın zamanda böyle bir sisteme geçilebilir mi sizce?

Türkiye’de de enerji kooperatifleri oluşturulmaya başlandı aslında. Şu anda kurulu kooperatif sayısı 25 civarında. Seferihisar Belediyesi’nin enerji kooperatifi iyi bir örnek. Bu kooperatifin hedefi, 2030’a kadar Seferihisar’ı yüzde yüz yenilenebilir enerjiye geçirmek. Belediye şu an bunun için kurulan bir güneş enerjisi kooperatifinin çalışmalarını yürütüyor. Ancak Türkiye’de enerji kooperatifleri üzerinde hala belli başlı mevzuat engelleri var. Şayet bunlar aşılabilirse bu uygulama yaygınlaşabilir. Kooperatiflerin güçlenmesi, halkın kendi kendine karar alma mekanizmalarını geliştirecek ve iklim mücadelesine de büyük katkı koyacaktır.

‘BİZ MİLLİ ENERJİ ADINA FOSİL YAKITLARI YER ÜSTÜNE ÇIKARMAYA ÇALIŞIYORUZ’

Peki, şu sıralar nasıl gidiyor Türkiye’de iklim mücadelesi?

Türkiye’nin iklim değişikliğiyle mücadele karnesi kırık notlarla dolu. Hükümetler nezdinde bakacak olursak iklim müzakerelerinde Türkiye’nin ana stratejisini iklim finansmanına ulaşmak oluşturuyor. Aralık ayında gerçekleşen Polonya, Katowice’deki iklim zirvesi COP 24’te de Türkiye’nin pozisyonu aynıydı. Kendini gelişmekte olan ülkelerin yararlandığı finansman mekanizmalarına eklemlemek isteyen Türkiye’nin bu talebi anlaşılabilir. Ancak unutmamak gerekiyor ki, Türkiye’nin enerji politikasının merkezinde fosil yakıtlara bağımlılık var. Bugün dünyanın dört bir yanında bilim insanları, stklar, yerel yönetimler ‘fosil yakıtları yerin altında bırakmalıyız’ derken, biz “milli enerji” adı altında en kirli kömür linyit dahil tüm fosil yakıt kaynaklarını yer üstüne çıkarmaya çalışıyoruz. Öte yandan bu genel enerji politikası, Anadolu’da farklı bölgelerde havayı, suyu, toprağı kirleten, iklim maliyeti ortaya çıkaran termik santral projelerine ve bu projelere karşı mücadeleleri de tetikliyor. Sesimizi bir arada yükseltebildiğimiz müddetçe kazanımlar da sağlanıyor. Örnek vermek gerekirse Trakya’da bir seneyi aşkın süredir bir termik santral projesi gündemdeydi ve yerel halkın bu projeye karşı ciddi bir örgütlenmesi vardı. Geçtiğimiz günlerde bu projenin rafa kaldırıldığı açıklandı. Trakya açısından ve iklim mücadelesi için önemli bir kazanım. Trakyalılar ses çıkarmasaydı projenin orada devam edeceği çok açık.

Yerellerdeki bu termik santrallere olan tepkiler yanında, Türkiye’de yavaş yavaş iklim değişikliği üzerine önemli bir farkındalık başlamış durumda. En son, dünyada 900’ün üzerinde farklı yerde gerçekleşen 8 Eylül Küresel İklim Eylem Günü’nde Türkiye’de 18 ayrı noktada “İklim İçin Ses Ver” denmesi önemliydi. Bu sürece birçok yerel yönetim de yaptıkları açıklamalarla destek verdi. Her ne kadar ülke gündemi çok yoğun olsa da aslında 18 ayrı noktada odağı iklim olan etkinliklerin yapılabilmesi bu konudaki duyarlılığın Türkiye’de de yavaş yavaş yükseldiğini gösteriyor.

 
Peki ya iklim krizini durduracak yeterli mücadeleyi veremezsek…

Bu insanlığın uygarlığı son bulacak demek değil. Ama bildiğimiz anlamda insanlığın geliştirdiği pratiklerin aynı şekilde devam edemeyecek olması demek. Aşırı kuraklık, gıda ve su kıtlığı başta olmak üzere birçok sorun demek. Türkiye, Akdeniz havzasında yer alıyor. Eğer iklim krizi çözülmezse Akdeniz havzasında çok büyük kuraklıklar yaşanacağını biliyoruz. Ki şu anda emarelerini göstermeye başladı bile…

Buzulların erimesinden bahsediyoruz. Korkulan unsurlardan biri de buzulların altında bulunan metan gazı yatakları. Metan gazı açığa çıktığında küresel ısınmaya bir katalizör işlevi görmesi söz konusu. Bilim insanları şayet geri dönüşü olmayan bir noktaya gidersek, sera gazı salımlarımızı birden durdursak bile, ısınma eğilimlerini hızlandıran geri besleme döngülerini durdurmanın imkansız olacağını söylüyor. Mesela okyanustaki resifler deniz habitatının önemli bir bölümünü oluşturur. Şayet sıcaklık 1,5 santigrat derece artarsa bu resiflerin yüzde 80’ini kaybedeceğiz; 2 derece artarsa büyük olasıkla hepsini kaybedeceğiz. Bu da deniz habitatını etkileyecek. Özellikle resiflerin canlı habitatından beslenen bölgelerde balıkçılık son bulacak. Bu ne demek? Gıda kıtlığıyla birlikte göçlerin başlaması demek… Bunların hepsi birbiriyle iç içe.

Toplumlar arasındaki belirgin farkları düşününce tüm dünyayı aynı şekilde etkilemeyecektir…

Burada bir parantez açıp iklim adaletine atıf yapmak iyi olur. Sıkça söylenir, iklim değişikliği hepimizi etkileyecek, hepimiz aynı gemideyiz diye. Hepimizi vuracak bu konu, doğru, ama iklim krizi sosyoekonomik olarak kırılgan toplumları çok daha kötü vuracak elbette. Yani hepimiz aynı gemideyiz, ama birileri VIP kamarasındayken diğerleri güvertede! Şu sıralar Amerika’daki Silikon Vadisi zenginlerinin en çok konuştuğu şey kendilerini bu iklim krizinin sonuçlarından nasıl kurtarıp nasıl korunaklı alanlar kurabilecekleri meselesi.

GEZEGENİ OLMASI GEREKENİN 1 DERECE ÜZERİNDE ISITMIŞ DURUMDAYIZ’

Ne kadar zamanımız kaldı?

Bugün bilim insanları şunu söylüyor: Mevcut halde gezegeni olması gerekenin 1 derece üzerinde ısıtmış durumdayız. BM’nin Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nde yayınlanan raporda küresel sıcaklık artışını 1,5 dereceyle sınırlamamız gerektiğinin altını çiziyor. Bunun için de 2030’a kadar salımları yarıya indirmemiz, çok kısa bir süre içinde yenilenebilir kaynakları yüzde 60 oranında arttırmamız gerekiyor. Şayet “benden sonrası tufan” dersek küresel ısınma 2030 ile 2050 arasında 1,5 derece eşiğini geçecek. Eğer gidişatta değişiklik olmazsa bu noktaya ulaşmamız için önümüzde sadece 12 yılımız var ve her geçen gün fırsat penceremiz kapanıyor. Daha adil, eşitlikçi, yaşanabilir bir gezegen için, geleceğimiz için herkesi bu konuda duyarlı olmaya ve ses çıkarmaya davet ediyoruz.

Editör: TE Bilişim