Gazete Emek- Diyarbakır'da Eğitim Sen yöneticisiyken yapılan basın açıklamasında yaka paça gözaltına alınan ve daha sonra İhraç edilen Beden Eğitimi Öğretmeni Mehmet Nuri Özdemir HDP'den miletvekilli aday adayı oldu. 

Özdemir, Diyarbakır'da ilk ihraç edilen öğretmenlerden biriydi, daha sonra Eğitim Sen'de düzenlenen oturma eylemi ve birçok etkinlikte yer aldı. 

Uzun süre emek mücadelesi veren Özdemir, Diyarbakır'da HDP'ye aday adaylık başvurusunda bulundu. 

Diyarbakır'da ihraç edilen Beden Eğitimi Öğretmeni Mehmet Nuri Özdemir, ihraç edilen arkadaşlarına, öğrencilerine, velilere ve okuldaki arkadaşlarına yaşadığı süreci anlatan bir mektup yazdı

Özdemir, ihraç edildikten sonra  öğrencilerine, meslektaşlarına ve velilerine yaşadığı süreci anlatan bir mektup yazmıştı. 
 
HDP'den aday adayı olan Özdemir'in o çok dikkat çeken mektubunu bir kez daha paylaşıyoruz:


Elbetteki havalar hem politik hem fiziksel olarak çok sıcak.Yaşamın değerini bilip tadını çıkarmak lazım. Çünkü yaşamak çok güzel bir şey. Sevdiğiniz insanların gözünün içine içine bakmak,çocukları kucaklamak, anne babanın elini öpmek, güzel dostlarla bir  çay içmek...

Bunlar çok güzel ve aslında çok basit şeyler. Basiti zorlaştıran nedir diye hep düşünmüşümdür hayatım boyunca...

İhraç olmadan önce Beden Eğitimi öğretmeni olarak çalıştığımdan dolayı spora dair bir söz ile devam etmek istiyorum.  

Kaslarının yerine çoğu kez kafasını ve aklını kullanan bir futbolcu şöyle demişti: Futbol basit bir oyundur, Zor olan onu basit oynayabilmektir. Yuvarlak bir nesneyi merkeze alıp mantıkla ilişkisini kurarak futbolun sadece basit bir nesnenin peşinden zıplamak olmadığını bize anlatmaya çalışmıştı.


Kaldı ki Futbol hiçbir zaman sadece skora bağlı basit bir oyun olmadı. Futbol her zaman spor  ötesi ve kitleleri uyutmanın en maliyetsiz ideolojik aracı oldu.

 Çocukları futbol oynarken izlemek öğretmenlik hayatım boyunca  sevdiğim şeylerden  birisiydi. Çoğu öğretmen  çocuklara müfredatın da baskısı sonucu sürekli birşeyler anlatarak, beyinlerini hayatta karşılığı olmayan formüller ve absürd bilgilerle doldururken,
 ben ise diğer branşların çocuklara yükledikleri hazır ve ezbere bilgilerin yarattığı ağır havayı dağıtmaya çalışarak ve  çocuklara doğal hayatın en güzel uzantısı olduklarını  hatırlatarak büyük bir "Bölücülükle" meşguldum.


Bizim okulun tıpçıları meşhurdur. En iyi üniversitelere her yıl birçok öğrenci göndeririz. En zeki denilen çocukların oyun alanına çıkınca nasıl da aptallaştıklarına defalarca tanık oldum. Çoğunun omuzuna hafifçe dokunup 
"Evladım hayat devam ediyor, Sen yarın tiyatroya ya da sinemaya gitsene... 

Ya da zaten kısa olan bir Çehov öyküsü, belki de Turgut Uyar'ın bir dörtlüğünü ya da Gülten Akın'ın "Kestim Kara Saçlarımı "dizesini veya Sezen Aksu'nun Geri Dön şarkısını dinlesene. Yahu bunlardan birisini yap da kan gelsin şu güzelim canına" dediğimde hala ŞOK'u atlatamamış bir halde  "Hocam zaman yok ki, Gülten Akın kimdir?," Malesef Çehov'u bilmeyen bir kuşakla karşı karşıyaydık....

Aslında, çocuklarımız yaşamak istiyordu elbette. Ancak disiplinel toplumun birer öznesi olarak robotlaştırılan bu çocuklar, kendilerine dayatılan bu metal baskının altında metalaşarak, kanser hastası olan arkadaşlarını bile sınavlarda  
kendilerine "RAKİP" olarak görecek kadar psikopatlaşıp acımasız olabiliyorlardı.

Evet bize çok masum gelen bu çocuklar, insanların yaşamı üzerinde rahatlıkla "Radikal Kötülük" adına kararlar alabilen teknokratlara ve toplum mühendislerine dönüşebiliyorlardı. Bunu dafalarca yaşadım. Bazı öğretmenlerin böylesi çocukları övdüklerinde zehire zehir kattıklarını ve işin farkında olmadıklarını görünce umutsuzluğa da zaman zaman kapılıp uzun süre ögretmenler odasına bile gitmezdim.


Çocuklara çağ atlatmayı öğretmeye çalışan bizler çocukların kendi çağını yaşamasına bile müsade etmiyorduk. Okullarda öğrencileri oyun alanından toplarken hakaret eden eğitimcilerin, sokakta oyun oynarken bağırıp çağıran ebeveynlerin sayısını tahmin edemezsiniz.

Ya da "Ben çocuğumun voleybol takımına katılmasını istemiyooooruuum, hayır gitar da çalmasın,tiyatro asla,tatiller ise motivasyonunu bozuyor"diyen ve çocuklarına patronun işçiye,efendinin köleye verdikleri emirler gibi emirler yağdırıp  tekmil alan  zavallı ve makyajlı cahil velileri...

Kötülüğü ortaklaşarak örgütlüyorduk. Ve basit yaşamayı öğretmekte her yıl hepimiz topluca sınıfta kalıyorduk. Oysa ben 
hayatı basit yaşayan biriydim. Şimdi daha da basitleştirdim ve ertelemiyorum basit olanı. 

Ertelemeyin...


Ancak mesele bu degildi. Şimdiye kadar anlattıklarım basit olandı.Şimdi anlatacaklarım ise hayatın saçma olan yanı ile ilgili.

Ben 29 Ekim tarihinde birçok emekçi arkadaşım gibi çalıştığım okuldan kader ortaklarım Emine ve Ayten gibi, eşler olarak ihraç edilen Savaş-Vahide, İhsan-Yüksel, Hülya-Muhsin, Cemile-İhsan, Saliha-Ali Rıza gibi,hala gözaltında tutulan hepimizin hatırlayınca tebessüm ettiği ömrünü sendikal mücadeleye vermiş tek maaşlı 4 çocuk babası sevgili Sadrettin gibi, açlığıyla açlığa direnen Nuriye ve Semih gibi ihraç oldum.


İhraç nedenimizi bile hala bilmiyorken ihraç olup işsiz kaldığımda beni birkez bile aramayan okul müdürüm, beni vergi mükellefi olmaktan bile çıkaran bu hukuksuz uygulamaların devamına ek olarak, 29 Aralık 2015'te "Savaşa Karşı Barışı Savunuyoruz"adlı iş bırakma eyleminden dolayı savunma vermem gerektiğini söylemek için aramıştı.


Barışı işimizle birlikte kaybettiğimiz yetmezmiş gibi üstüne bir de savunma yapacaktım. "Lütfen beni affedin, Size söz bir daha Barışı savunmayacağım " Daha neler. Bu mudur yani? Size saçma olacağını söylemiştim. Ama bitmedi. 


Sonra işimiz, evimiz ve komşularimiz,mahallemiz, çocuklarımızın okulları ellerinden alındı.Hesap büyüktü. Barış bizim bildiğimiz gibi öyle birgün iş bırakmakla gelmiyormuş...

Barış işimizden daha büyük bir şeymiş. Kentlerimiz yıkıldıktan, işimiz elimizden alındığından beri Barış'ın ne kadar büyük 've zor  olduğunu konuşuyoruz.. 


 
Telefonumda "Müdür" diye kaydettiğim kişinin aramasını görünce "İşime iade haberini vermek için arıyor olabilir mi acep" olasılığını çoktan beynimde sıfırlamış biri olarak telefonumu açtım.
Ne de olsa ben de bu coğrafyanın hızlı büyüyen çocuklarındandım. Erken yaşta hayalin ve rüyanın büyülü dünyası ile tanışmadan çıplak gerçeklerle yüzleşip, emeklemeyi öğrenmeden yürümeye,
yürümeyi öğrenmeden  koşmaya başlayan bizler, doyasıya koşmadan çalışmak zorunda bırakılan, çalışırken büyüyen çoğumuz yani...


Kolay lokma değiliz aslında. Sadece kolaylık işimize geliyor... Belki Şu:16  yıl boyunca radikal kötülüğe karşı bütün riskleri göze alarak... bir öğretmene biçilen ezberci ve aptalca rollerin ötesine giderek, bilim, sanat, edebiyat, felsefe ve tabi ki sevgi derslerini müfredatın üstüne koyarak,  bu güzelim dünyamızı gönül rahatlığıyla teslim edebilecegimiz yaratıcı ve üretken gençler yetiştirmek benim için ahlaki bir SORUMLULUK'tu...

Çocuklar bu süreç boyunca nedense hep müfredatın üzerine koyduklarımla ilgindiler. Çocukların bu eğilimi beni hep motive etti. Bu sorumluluğumu yerine getirmiş olmanın rahatlığıyla aynı zamanda çok alakasız kişileri yetiştirmiş köklü maarif okuluma geldim. (Altan Erkekli,Altan Tan,Oktay Vural ve A.Rahman Kurt gibi)  Girer girmez aklımı ve duygularımı sarıp sarmalayan ve bende kalan en önemli anıların müfredat ,program vs. değil de müfredatın üzerine koyduğumuz şeyler,ortak yaşamda paylaştığımız anlar ile ilgili olduğuydu.


Sonra orda durdum.Bu müfredat hiçbir zaman ne bana,ne öğretmen arkadaşlarıma ne de o çocuklara ait olmuştu. Çünkü biz orda yoktuk ve bize bir kez bile sorulmamıştı.Hayatlarımız üzerine alınan kararlarda hiç olmamak...Ne kadar büyük bir kötülük insanoğlu açısından.


Oysa bir karınca bile kendi yolunu çizebiliyor. Sanırım "O müfredatta biz de olmalıyız" söyleminin diyetini ödüyorduk.

 Neyse ki okulun içine girdiğimde ihraç olmamıza rağmen okul adına katıldığımız ve başarılı olduğumuz müsabakaların resimlerinin hala duvarda olduğunu görünce şaşırdım. İhraç olmuş bir öğretmenin resmi nasıl hala duvarda kalmış olabilir derken az sonra Harranlı müdür yardımcısının mütevelli odasına daldım.


Beni görünce irkilmesi çok komikti. 


İş başındaydı. Yanlış anlamayın o da köklü okulumuzun kökünü kazıyarak politik atmosferin etkisini de arkasına alıp oradan bir  Destan çıkartmanın peşindeydi. Marks'ın "Tarihsel olaylar iki kez yaşanır, ilki trajedi diğeri ise komedi"sözünü hatırlattığımda komedi gerçekleşmişti bile...


Bu Harranlıya  "Harranlı olarak ölmek kötüdür! Hiçkimse masum değildir"

dedikten sonra diğer Harranlı'nın ("HARRANLI,sendikasız olanlar için kullanılan bir sendikal terimdir) bizim MÜDÜR'ün odasına geçtim.
Müdür,genel olarak yaşanan kötülükleri biraz anlattıktan sonra,hümanist damarım tuttu, Mezopotamyalı koollektif, neolitik ve geleneksel kimliğim, solculuk felsefesiyle taçlandırılmış dünyaya bakış açım ve Kürdi ağrılarım...


Velhasıl yoğun bir duygu sarmalına ve markajına  girmiş olsam da gözlerimle karşıdakine "Yahu biz herşeyin farkındayız. Ayığız" demeyi de ihmal etmedim. Gerçekten o gün müdür, o gereksiz bürokratik, resmi seramonilere hiç girmedi. 

Bey demedi, direk ismimle hitap etti. Bizlere üzüldüğünü ve çaresizliğini hissettim.

"Savunma yapmayacağım." dediğimde bir an "Bu çocuk neyin peşinde yine" dediğini pek hissetsem de sendikanın bana verdiği ve  5-10 avukatın bizleri Barış suçundan kurtarmak adına günlerce kafa yorduğu, sendika tarafından elimize uzatıldığında çok azımızın açıp göz attığı, Barış Manifestosundan hiçbir farkı olmayan savunma metnini çöpe atarak, çalışma yaşamım boyunca kesinlikle yabancı olmadığım " SAVUNMANIZ" diye ayrılan pek temiz bölüme şöyle yazdığımı hatırlıyorum, "29 Ekim 2016 tarihinde 675 sayılı KHK ile ihraç olup işsiz kalmışken, İhraç nedenimi hala bilmiyorken, 1,5 yıl önce yapılan bir eylemle ilgili İhraç olduktan neredeyse bir yıl sonra benden savunma yapmam isteniliyor. Önce hukuk sonra da mantık ilkelerine aykırı bulduğumdan dolayı bu soruşturmayı red ediyor ve savunma vermiyorum. Ayrıca bu bir savunma değildir."  diye yazdığımda kötülüğün sıradan aktörleri olan idarecilerin süper bir şekilde nötr kaldıklarını görmüştüm...

Duygusal ortam bir anda uçup gitmiş sert ve çıplak bir gerçeklik ortalığı sarmıştı o anda.

İnanın anlatmak istediklerim bunlar değildi.Sadece şunu yazacaktım.Ankara idari mahkemelerinden herhangi birisi 29 Aralık eylemi ile ilgili açılan soruşturmaların eylemin yapıldığı tarihten bir ay sonra açılmadığından dolayı yürütmeyi durdurma kararı verdi. Bu karar şimdiye kadar  açılan soruşturmalar için emsal niteliğinde.


Yani bu eylem zaten  sendikanın  bir kararı oldugundan dolayı  daha önce mahkemeler tarafından birçok yürütme durdurma kararı alınmıştı. Ancak bu karar daha büyük bir hukuksuzluğun teşir edilmesiydi.  

Alınan karar 3 gün önce okula vermediğim savunmamdan dolayı hukuken ve mantıken kanunlar ve yasalar önünde her türlü eşitliği ve özgürlüğü yaşayan ve doyasıya kullanan beni HAKLI çıkarmıştı.


Yargıç hem hukuk ilkerine hem de mantık ilkelerine aynı anda uymuştu. Şaşırmadım.... 

İnsanların ve  yarattıkları acımasız sistemlerin hukuksuzluğu kadar buna karşı her zaman ve her koşulda karşı duran, adaletli yaklaşıp mantıklı tutum alan insanların varlığı hiç eksik olmadı hayatımızdan. 


Ben buna hep inandım.

 O değil de O gün benim gibi radikal kötülüğe karşı direnen okulumuzun değerli öğretmenlerinden bir arkadaşımı kötülük ile boğuştuğunu görünce kötülük karşısında bir kez daha umutlanmıştım. Bu saygın dostumuz, yıl boyunca dünyevi ve  uhrevi kötülüklere maruz kalmasına  rağmen kimseyi huzursuz etmeden sessiz ve sakin bir şekilde ahlakından, ilkelerinden ve sorumluluklarından asla taviz vermedi. Olması gerekeni yaptı...


Tüm ihraç edilen arkadaşlarıma ve tüm olanaklarını zorlayarak yanımızda olan onurlu sendikama sevgiler selamlar...

Editör: TE Bilişim