Gazete Emek- Edirne F Tipi Cezaevi'ndeki hücresinde, iki öykü kitabı yayımlaması, resimler çizmesi tüm çevrelerin ilgisini çekti. 'Seher' ve 'Devran' kitapları çok okunup tartışılırken resimleri de bir çok çevre tarafından beğenildi.

Hal böyle olunca bu kez siyasi gündemin dışında bambaşka sorulara yanıt verirken bizlerde bambaşka bir Selahattin Demirtaş tanımış olduk.

'HAPİSTE YATTIĞIMIZ YALAN, DIŞARIDAKİLERDEN ÇOK ÇALIŞIYORUZ'

Selahattin Demirtaş söze cezaevindeki hücre arkadaşı Abdullah Zeydan'ın ve kendisinin sağlıkve moral durumunu özetleyerek başlıyor:

"Ben ve Abdullah Zeydan, dışarıdan aldığımız yoğun moral ve destekle birbirimize de iyi bakıyoruz. Sağlığımız da iyidir, ciddi bir sorunumuz yok. İyi olmayı ve iyi kalmayı bir görev addediyoruz adeta. Dışarıyla olan duygu ve düşünce bağımızı koparmamak için hiperaktif bir motivasyonla sürekli okuyor, yazıyor, çiziyor, üretiyoruz. Bu da bizi iyi tutuyor, her daim. Hapiste 'yattığımız' yalan yani, dışarıdakinden çok çalışıyoruz burada."

'İLK ÖYKÜLERİMİ SIRRI SÜREYYA ÖNDERE OKUTTUM ÇOK BEĞENDİ, Kİ ÇOK ZOR BEĞENİR' 

Selahattin Demirtaş, 'Seher' ve 'Devran' kitaplarını yazmasına giden yolu en başından anlatıyor:

"İlk öykümü dışarıdayken, yanılmıyorsam bir Avrupa uçuşunda uçakta yazmıştım, beş-altı yıl oluyor. Sonra uçakta ve karayolu seyahatlerimde yazmaya devam ettim. Dışarıdayken, oturduğum yerde yazdığım tek bir metin bile yok diyebilirim. Hem zaman olmuyordu hem de hareket halindeyken daha iyi motive olabiliyordum. Bu öykülerin bir ikisini Sırrı Süreyya Önder’e okumuştum bir akşam. O da gerçekten beğendi, ki çok zor beğenir. Hemen o an, Barış Pirhasan’a mail atıp okuttu, benim yazdığımı belirtmeden. O da beğendi ve kimin yazdığını sordu. Benim yazdığımı öğrenince de Sırrı Süreyya Önder ile birlikte ikisi, yazmam için beni epey teşvik etti. 

Ama yazamadım hapse girene kadar. Burada, hareketsiz bir ortamda da yazabilmeyi öğrenmem biraz zaman alsa da oldu neticede. Öykülerin tamamını havalandırmada tek başıma yürüyerek kurdum kafamda ve geceleri de sabaha kadar, yatağıma oturup yazdım.

Beste yapma hevesim ise üniversite yıllarımdan beri var. O zamandan bu yana, çok sayıda söz yazıp beste yaptım. Elbette en küçük bir müzikal alt yapım olmadan, amatörce yapılmış besteler hepsi de. Birkaçını dinliyorsunuz. 

Resim de, ilk okuldan bu yana hevesle çiziktirip boyamalarımın bir devamı işte. Resim konusunda da aldığım bir eğitim yok. Hepsini kendimce çizip boyuyorum. Çoğunu da hatıra veya hediye niyetine yapıyorum. Ressam olmak gibi bir niyetim yok yani."

'NURETTİN ABİM BANA GÖRE DAHA İYİ BİR RESSAMDI'

Öyküleri kadar çizdiği resimlerle de adından söz ettiren Selahattin Demirtai, favori ressamlarını şöyle sıralıyor:

"Resimle ilgim minimum düzeydedir diyebilirim. Mesela abim Nurettin bana göre daha iyi bir ressamdı. Hep benden iyi çiziyordu. İbrahim Balaban’ın resimlerini severim mesela. Sürrealizm, fütürizm, kübizm, pop art falan pek benim tarzım değil. Sargent, Da Vinci, Vermeeer, de Heem, Hassam, Foujita gibi ressamların resimlerine bakmak güzel mesela. Elimdeki sanat kitabından bakıyorum tabii, yoksa hiçbirinin gerçek bir tablosunu görmedim."

'MÜZİK GRUBUMUZA 'GRUP PERİŞAN' ADINI UYGUN GÖRMÜŞTÜK, BEN DE SOLİSTİYDİM'

Üniversite yıllarından bahsederken Selahattin Demirtaş'ın kurduğu müzik grubunun isminin 'Koma Belengaz” (Grup Perişan) olduğunu öğreniyoruz bir de hukuk dışında Deniz İşletmeciliği okuduğunu:

"İzmir 9 Eylül Üniversitesinde Deniz İşletmeciliği bölümünde okurken, iki sene İnciraltı Öğrenci Yurdunda kaldım. (Sonra o okulu bırakıp Ankara’da hukuk eğitimine başlamıştım.) O yıllarda altı-yedi kişilik bir müzik grubu kurmuştuk. 1990-93’ten söz ediyorum. Grubumuzun yeterli müzik aleti de çalışma mekânı da yoktu. Okul ve yurt köşelerinde kendimizce müzik yapıyorduk. Halimiz içler acısı olduğundan, grubumuza Kürtçe “Koma Belengaz” (Grup Perişan) ismini uygun görmüştük, şakayla karışık. Öyle de kaldı isim. 

Birkaç öğrenci eylemi ve anmada 'sahne' almışlığımız da vardı. Beste de yapıyorduk. Türkçe ve Kürtçe söylüyorduk. Ben hem bağlamacı hem solisttim. Benim dışımda, bağlama çalan bir arkadaşımız daha vardı; bir flüt, bir davul, bir de gitarımız vardı. Daha çok özgün müzik yapıyorduk. Gayet de iyiydik aslında. Sonra hayat her birimizi bir yere savurdu. Grubun üyelerinin hiçbiriyle şu anda diyaloğum yok. Neredeler, ne yapıyorlar bilmiyorum. Belki bir gün toplarız grubu yeniden. Vefalı olanlarla, hatıralara sadık olanlarla tabii. 

'BLUES'DAN COUNTRY'E CAZDAN DENGBEJLERİN KLAMINA ARABESKE KADAR SEVDİĞİM PARÇALAR VAR'

Benim dinlemediğim bir müzik türü pek yok gibi. O andaki ruh halime göre blues'dan country ve caza, dengbejlerin klamından özgün müziğe, halk müziğinden arabeske kadar bütün müzik türlerinden sevdiğim parçalar var. Makam araçlarında ya ka kendi arabamda, telefonumda her türden binlerce parçanın yüklü olduğu hafıza kartlarım vardı. Amerika, Almanya, Fransa, İngiltere seyahatlerimde bazen canlı performansları izleme fırsatı da bulabiliyordum. Türkü kafelerde halk müziği ve özgün müzik dinlemekten çok keyif alırdım. Eşim Başak ile son yıllarda bile Fikrim’e, Kibele’ye tebdili kıyafetle gizli gizli gitmişliğimiz vardır."

'ELİNDE BAĞLAMA OLAN GÜZEL İNSANDIR BENCE'

Selahattin Demirtaş yazarlığı ve ressamlığı dışında aynı zamanda çaldığı bağlamaylada hafızalarımıza yer etti. Bağlama diyince aklına gelen üstadları şöyle sıralıyor:

"Bağlama deyince aklıma hemen Abdullah Zeydan geliyor. Çünkü üç yılda o da öğrendi çalmayı. Artık ciddi ciddi türkü çalıyor bize. Tabii Arif Sağ, Ender Balkır, Erdal Erzincan, Güler Duman ilk aklıma gelenler. Profesyonel düzeyde bağlama virtüözü olarak da Çetin Akdeniz’i hatırlıyorum. 

Aslında say say bitmez de, neticede elinde bağlama olan, güzel insandır bence. Bütün halk ozanları istisnasız güzeldirler. Diyarbakır’daki Dicle Fırat Kültür Merkezinden Hacı ve Azad çok iyi bağlama sanatçılarıdır mesela. Bir de cezaevindeki bağlama kursu hocamız ve infaz koruma memuru İhsan Hoca’yı da unutmayayım."

'HER OKUR KENDİ DURDUĞU YERDEN VE KENDİNCE ALIR MESAJI'

Selahattin Demirtaş Hande Öz'ün, "Öykü kitabınız Devran'a gelelim. Kitabın ilk öyküsü "Gün Olur Devran Döner"de Devran’ın babası Hasan Sürgücü'nün bir anda Hasan Amca’ya dönüşmesi karakterle aranızdaki mesafeyi bir anda kaldırdı benim için. Devran'ın anne babasının oğullarının öldürülmesinde parmağı olan birini 'ama’sız ağırlaması da düşündürücü bir nokta. Bir öfke, kızgınlık belirtisine dair bir şey yok. Öte yandan Salim Bey’in yirmi beş yıl sonra, vicdanını alıp bir yolculuğa çıkmasını insana dair umudunuz olarak okudum ben. Ne dersiniz?" sorusuna "Kanımca, kendi öykülerimin mesajını yorumlamak bana düşmez" diyerek başlıyor:

"Ben kendi mesajımı, yazarak vermeye çalıştım zaten. Her okur, kendi durduğu yerden ve kendince alır mesajı. Öykülerimin her okurda farklı duygu ve düşünceler yaratması da işin doğasında var. Kitabı yayınlamakla birlikte bitti benim mesaj verme işim; gerisi okura ait.

Kim ne düşünürse odur mesaj, ben bunu değiştiremem. Hepsine de saygı duyarım ancak. 'Devran' öyküsünden 'umudu' okumuş olmanız, benim vermek istediklerimdendi bu arada."

'ÖYKÜLERİM TIPKI İHD VE HDP GİBİDİR'

Kitaptaki on dört öykünün karakterleri ve seçtiği konularda, atanamayan öğretmen, iş bulamayan mühendis, fabrika işçileri, AVM çalışanları, mevsimlik işçiler, yoksul köylüler, işsiz gençler gibi sistemin bir şekilde dışladığı çocuklar, kadınlar, erkekler var. Bu durum röportajı yapana Demirtaş'In Van’da yaptığı bir mitingde, “Demirtaş ben değilim, sizsiniz siz” dedini hatırlatıyor. Hal böyle olunca da Demirtaş Öz'ün "Yıllarca insan hakları, özgürlük, barış ve demokrasi mücadelesi vermiş bir avukat ve siyasetçi olarak yaptığı işi şimdi edebiyatla mı yapmaya çalışıyorsunuz" sorusuna yanıt veriyor:

"Elbette ben avukat ve siyasetçi olarak kimsem edebiyatta da aynı kişiyim. Yaşamın her ânı, bir bütünün ayrılmaz parçalarıdır. Benim bir tek hayatım ve bir tek kişiliğim var, ne yapsam yansıyan budur neticede. Öykülerim de tıpkı İHD veya HDP gibidir. Farklılıklarımızla bir arada, zulme karşı ezilenin yanında ve elbette yeni yaşam için dirençle.


Kaynak: Artı Gerçek

Editör: TE Bilişim