Gazete Emek- O gece orada mahşer inancı olanlar tekbir getirerek hem insanlığın hem de Müslümanlığın en temel hakkı olan ölüyü gömme hakkını elimizden alarak Kürd’ün huzur hakkını mahşere dahi bırakmadılar. Devlet nezdinde milliyetçi hassasiyetleri dorukta birkaç haylaz adamın yaptığı bir olay değildi bu. Bu durum kötülüğün tamamen gündelikleşmesi ve kurumsallaşmasıydı.

Bir yıl önce bugün yani 12 Eylül 2017 günü Hatun Anneyi (Hatun Tuğluk) kaybettik. Ki bu tarih, Hatun Anne’nin 12 Eylül’le ilk imtihanı değildi. Hatun Tuğluk herkesin çok iyi bildiği, hayatını insan haklarına, barış mücadelesine adamış ve bu sebepten hâlâ birçok arkadaşımız gibi cezaevinde tutulan politikacı Aysel Tuğluk’un annesidir. Maalesef onu yaşadığı bu hayata mahkum eden suç ise yalnızca bir anne olmasıydı. Ama Hatun Anne’nin hikayesi burada başlamıyor.

Hatun Anne için Kürt ve Alevi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmek zaten birçok soruna gebe olmak demekti. Zaman geçtikçe hayat sancılanmaya başladı. Her yeni sancı ona yeni acılar, yeni ölümler getirdi. Gencecik yaşta üç çocuk annesi oldu ve yine gencecik yaşta hayat arkadaşını kaybettiğinde ‘fakirlik’ denilen illetle tek başına mücadele etmek zorunda kaldı. İlk mahkumiyeti buydu. El emeği göz nuruyla fidan fidan büyüttüğü evlatlarını çok büyük zorluklarla okuttu. Ta ki bir oğlunu 12 Eylül darbesiyle cezaevinde işkence sonucu kaybedinceye kadar. İkinci ve en büyük mahkumiyeti de buydu. Evlat acısına mahkum oldu. Sonra kızı Aysel’i büyüttü, avukat oldu Aysel. Abisinin ve ülkesindeki tüm halkların uğradığı zulüm için mücadele etti. Savaşa karşı çıktı, barış için hayatını ortaya koydu. Hatun Anne için yine zorlu yıllar devam etti çünkü Aysel’i zor olanı tercih etmişti. O da yıllarca bağrında büyüttüğü taşı sevmeye devam etti. Hatun Anne’ye zorlu hayatının üçüncü mahkumiyetini bedeni yaşattı. Sağlığı artık yaşadıklarına dayanamadı ve ömrünün son 20 yılını tekerlekli sandalyede geçirdi.


 
Aysel yıllarca Kürt sorununun Türkiye’deki politik çıkmazlarında, kanlı sokaklarında, faili meçhul siyasetinde mücadele verirken bir yandan da bu hayatın annesi üzerindeki ağır travmalarını iyileştirmeye çalıştırdı. Ama savaş travması bir doğum lekesi gibi etkisini hiçbir halk silmeyi başaramadığı gibi hiçbirimizin üzerinden de silinmedi. Nitekim Hatun Anne son mahkumiyetini de kızı mahkum olduğunda yaşadı. Kızının haksız yere mahkum edilmesine mahkum edildi bu sefer de.

Hatun Anne’yle yolumuz Aysel’le yol arkadaşı olduğumuz yıllarda birleşti. Yıllarca bizim de annemiz oldu, Aysel tutuklandığında da hepimize emanetti. Pamuk elleri, kulaklarından sarkan küçük taşlı altın küpeleri, başındaki eşarbı, misafirperverliği, gözü hep yolda bir umut Aysel’ini beklemesi, sofraları, kızını sayıklamaları, kâh neşelenmesi kâh sitemleriyle Hatun Anne bu ülkede bedel ödemiş tüm evlatların analarının tamamıydı. Bana her seferinde “biz bu devlete ne ettik Sırrı oğlum, kızım suçsuz günahsız evladım” derdi. Onu ziyaretlerimden birinde bana şöyle bir vasiyette bulundu, “Sırrı oğlum, Aysel’im çıkmadan ben ölürsem beni şu evimin camından görünen mezarlığa gömün. Hiç olmazsa Aysel’im çıktığında beni buradan görsün, merak etmesin” demişti. Biz de ona Aysel’ini getirmeye söz vermiştik ama sözümüzü tutamadık. Ve Hatun Anne, Aysel’in üzüntüsüne daha fazla dayanamadı. Onu 12 Eylül gecesi sabaha karşı kaybettik. Bu ülkenin kara tarihine bir not daha düştük.


 
Aysel Tuğluk cezaevinden annesinin cenazesine katılmak üzere getirtildi. Hepimiz, tüm sevenleri İncek mezarlığında, yani onun vasiyet ettiği evinin camından görünen mezarlıkta, toplandık. Ve işte o gün herkesin malumu olduğu o vahşi olay yaşandı. Aslında o olay yaşanmadı, bir olgu yeniden görünür oldu. O mezarlıktan yine bir vahşet hortladı, bu ülkenin bir türlü gömemediği nefret hortladı. Ağızları salyalı caniler tekbirler getirerek, milliyetçilik dedikleri silahlarla saldırdılar ölümüze. Hatun Anne’yi gömdüğümüz yerden çıkarıp bizi orada linç etmek isteyenler bu ülkenin gerçeğini yeniden yüzümüze çarptılar. Aynı toprağın altında dahi gömülemeyeceğimiz gerçeğini. Daha önce kendim de bunu yaşamış olmama rağmen her seferinde bu gerçekle yüzleşmek çok ürkütücüydü. Yıllar önce eşimi ve oğlumu kaybettiğimde de “Ankara’ya Sırrı Sakık’ın akrabasını gömdürmeyiz” demişlerdi. Ama ben her şeye rağmen sevdiklerimi inatla yaşadığım şehir Ankara’ya gömmüştüm. Çünkü ben hep, ‘aynı toprağın altına gömülemeyenler aynı toprağın üstünde de yaşayamazlar’ diye inandım. Ama biz bir yıl önce Hatun Anne’yi Ankara’ya değil, doğduğu topraklara, Dersim’e emanet ettik.


Sırrı Sakık ve Hatun Tuğluk.

O gece orada mahşer inancı olanlar tekbir getirerek hem insanlığın hem de Müslümanlığın en temel hakkı olan ölüyü gömme hakkını elimizden alarak Kürd’ün huzur hakkını mahşere dahi bırakmadılar. Devlet nezdinde milliyetçi hassasiyetleri dorukta birkaç haylaz adamın yaptığı bir olay değildi bu. Bu durum kötülüğün tamamen gündelikleşmesi ve kurumsallaşmasıydı. Bu durum o gece, “Biz buraya bir Alevi ve Kürd’ü gömdürtmeyiz” diye akan salyaların bu ülkenin her zerresine vıcık vıcık bulaştığı bir durumdu. Hatun Anne ölürken tüm dünya kaygılarından özgürleşti, tüm mahkumiyetlerinde azad oldu. Fakat onu Ankara’nın orta yerine gömemediğimiz gece tüm ülke koca bir günaha hep birlikte mahkum oldu.

Hatun anayı gömemedik belki ama, “Tarih öncesi köpekler” havladığı zamanlarda da gömememiştik, Laç deresinden, Cumartesi Anneleri’nin kayıp evlatlarına, kardeşlerinin eşlerinin, sevgililerinin adını haykırmaktan usanmayanlar; mütemadiyen üzerine  olanca kötülüğüyle çöken bu dev cüsseli Golyat çakması zulüm mekanizmasına karşı Davut olmaktan vazgeçmediler. Çünkü tarih mezar taşlarında ve mezarlıkların hikayesinde yazılmıştır.

Hatun Anne’ye sevgiyle…

*Görevden alınan Ağrı Belediyesi Eşbaşkanı, eski TBMM İdare Amiri.

Kaynak: Duvar

Editör: TE Bilişim