Gazete Emek- Görevden uzaklaştırıldıktan sonra hakkında verilen ifade doğrultusunda 22 Ekim'de tutuklanan Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Selçuk Mızraklı hakkında açılan davanın ilk duruşması Diyarbakır 9'uncu Ağır Ceza Mahkemesinde görüldü.   
 
"Örgüt üyesi olmak" iddiasıyla 7 yıl 6 ay ile 15 yıl arasında değişen hapis istemiyle yargılanan Mızraklı'nın, duruşmaya tutuklu bulunduğu Kayseri Bünyan T2 Ceza İnfaz Kurumu’ndan Ses ve Görüntü Bilişim Sistemi (SEGBİS) aracılığıyla katıldı.  

Duruşma salonu dolduğu için gazeteciler ve birçok avukat da içeri alınmadı

Mızraklı'nın doktorluk yaptığı dönemde örgüt üyelerini tedavi ettiği yönündeki iddialar soruldu. Mızraklı ile birlikte aynı dönemde çalışmış olan tanıklar, bu ifadelerin doğru olmadığını söyledi. Kayıt altına alınmadan hiçkimsenin hastaneye alınamayacağını belirten tanıklar, "Selçuk Başkan'ın birilerini kayıt dışı hastaneye alması mümkün değildir. Hazırlık yapılmadan ve bizzat kendisinin kontrolünden geçmeden bir hastanın ameliyhata alınamaz. Böyle bir ameliyat geçirmiş birinin de sabah taburcu edilmesi, edilse bile derhal öleceğini bütün hekimler bilir ve hiçkimse bu sorumluluğu alamaz. Mızraklı hastanede hiç gece nöbetine de kalmadı." dedi. 

Diyarbakır Baro Başkanı Avukat Cihan Aydın da Mızraklı'nın avukatı olarak duruşmada yer aldı. Aydın, Mızraklı'nın Newroz etkinliğine katılmasının da suç unsuru gibi gösterildiğini ancak bunun suç olmadığını belirterek, "Mızraklı aleyhine tanıklık yapanların tanıklıkları usule aykırıdır. Bu tanıklıkların esasa alınmaması gerekir. Bu ifadelere dayanılarak bir yargılama yapılması herkesin güvenliğini tehdit eder. 

Diyarbakır eski Baro Başkanı Mehmet Emin Aktar da duruşmada söz alarak Mızraklı için Sarmaşık Derneği başkanlığı için yapılan suçlamaları reddederek, "Sarmaşık derneği için tespit edilmiş herhangi bir usulsüzlük yoktur. Bu dernek ile toplanan bağışlarla 4 bin 600 aileye düzenli olarak yardım yapıldı. 

Görevden uzaklaştırılan Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Selçuk Mızraklı'nın tutukluluk halinin devamına karar verildi.

Mızraklı'nın savunmasının tamamı şu şekilde: 

Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığının iddianamesine karşı cevap ve savunmalarımın sunulmasına ilişkindir.


Bu kadar çok mesnetsiz suçlamanın yapıldığı bir kovuşturmada insan neresinden başlayacağını sorguluyor. Hani malum hikayedeki gibi: Deveye sormuşlar neden boynun eğri, o da cevap vermiş nerem doğru diye. Benim açımdan bu kovuşturmanın neresi doğru oradan başlayayım karmaşası yaşıyorum. Son yıllarda mahkemelerde oldukça sık karşılaştığımız bir durum var. Suçlanıyorsunuz. Ortada hukukun evrensel değerlerine ve bilimsel kabullerine tekabül eden bilgi ve belgeler yok. Birey olarak ben suçsuzluğumu, üstüne üstlük tutuklu ve 700 km uzaktan yapmak durumunda kalıyorum. Tutuklanmak bir yana nakledilirken yolda bir kaza ile karşı karşıya kalsak, can yitimleri olsa kim hesabını verebilecek veya Sayın Selahattin Demirtaş’ın ailesinin yaşadığı bir kaza aynı şekilde ziyaretime gelen ailemin başına gelecek olsa, kim nasıl hesap verecek? Aynı durum avukatlarımızın defalarca olan gidiş gelişleri için de geçerli. Trafik kazalarında kaybedilen rakamlardan olabiliriz.
Kendi kendime soruyorum. Devlet veya iktidar sahipleri yurttaşların veya muhaliflerinin başına çorap örmek için uğraşır mı diye. İşte ben ve benim gibi soruşturma, kovuşturma ve tutuklamalarla karşı karşıya kalanların özeti.


Bilindiği üzere 31 Mart yerel seçimlerinde önce Diyarbakır milletvekili olarak mecliste temsil görevimi yürütüyordum. Herkesin hatırlayacağı üzere kayyım atama tehditlerine karşın demokrasiye, seçim iradesine ve demokratik siyasete olan inancımız gereği seçimlere girdik. Bile bile lades yapmadık sadece anlayış farkımız, referansımızın demokrasi ve halk iradesine ve egemenliğine inancımızdan kaynaklanması idi. Oysa karşımızda oldukça şaibeli uygulamalara şahitlik ettik, maruz kaldık. Seçmen kaydırmadan tutun, adil olmayan eşitsiz medya imkanlarına, propaganda faaliyetlerimizin güvenlik güçlerince engelleme ve tacizlerine kadar, çok boyutludur. Varsayalım seçimlerden bu koşullardan ötürü çekilecek olsa idik hem seçim sonuçlarını alt üst eder hem de ülkemizin siyasi tarihi farklı yazılırdı. Seçim sonuçlarının meşruiyeti de çok tartışmalı hale gelirdi. Bizler bunu yapmadık, ağır saldırılarla tahrip edilen demokratik değerleri onarmaya ve güçlendirme konusunda dürüst çaba gösterdik. Nasıl hep “İnadına barış” diyorsak aynı şekilde “İnadına demokrasi” dedik. Bütün bu sürecin üstüne kayyım atamaları seçme ve seçilme hakkının gaspıdır. Anayasanın amir hükümlerinin hiçe sayılmasıdır. Önceki dönemde yaşanan kayyım rezaletlerinin perdelenme çalışmasıdır. Türkiye’nin imzalamış olduğu uluslararası sözleşmelere aykırıdır. Kayyım sisteminin uygulandığı coğrafyaya bakıldığında özellikle Kürt yurttaşların iradesinin hiçe sayıldığı ve “sözde” parantezine alındığına işaret etmektedir. Daha da kötüsü adeta “demokratik mücadele ve ortaya çıkardığı sonuçlardan beklentiye girmeyin, kendinize başka bir yol bulun” denmektedir.


Kayyım sisteminin temel hedefi HDP’nin yerel yönetim politikaları üzerinden yürütme yeteneği kazandığı belediyelerde ortaya koymuş olduğu halkçı, katılımcı, hesap verilebilir, saydam, kadın ve doğa esaslı yerel yönetim anlayışını baltalamaktır. Kente, kentte yaşayanların kimliğine ve inancına saygılı, bunları kent hayatı içinde büyüten ve pratikleştiren yaklaşımlar rahatsız etmiştir. Kent, insan ve doğanın bütünleşik kavrayışı buraları rant anlayışı ile görenlerin çıkarlarına zarar vermiştir.


Uzun bir dönemdir HDP’nin kuşatma, itibarsızlaştırma, karalama ve adeta paralize edilmeye çalışılması sistematik bir programa ve iktidar politikasına dönüşmüştür. Hdp ve bütün olarak demokratik çevreler 21. yüzyıl tarzı “tedip ve tenkil” operasyonları ile karşı karşıyalar. Gün geçmiyor ki bir yerlerde HDP’lilere dönük gözaltı ve tutuklamalar yaşanmasın. Son 3 yılda 16 bin HDP’li gözaltına alınmış 4500’ü tutuklanmıştır. Terör sözcüğü adete sihirlenmiş, hipnotize edercesine topluma karşı kullanılıyor. Yerel seçim sürecinde bu paranteze alınmanın ne kadar kolay olduğu muhalefetçe de görüldü. Oysa ki en büyük terör, bir bütün olarak toplumu kriz, çatışma ve kutuplaştırma politikaları ile post-travmatik stres sendromuna sokan iktidar sahiplerince üretilmektedir. Onun içindir kadın cinayetleri, toplu intiharlar, güvensizlik, karamsarlık, umutsuzluk ve gelecek endişesi başını almış gidiyor.


​Yerel seçimlerde can suyu verdiğimiz demokrasi ve muhalefet çevreleri de bütün bu yaşananlar karşısında sütten çıkmış ak kaşık değiller. Demokrasi erdemi, demokratik değerlere asgari saygı ve hürmet her şeyden önce haksız hukuksuz uygulamalar konusunda empati yapmayı gerektirir. İktidar, milliyetçilik ve islamcılık eksenli ülke yararı diye sunduğu, içeride ve dışarıda istikrarsızlık üreten politikaları ile muhalefetin HDP dışındaki kesimlerini de hegemonik alanlarına hapsedebilmektedir. Yaratılan tahribatların ülkemizin geleceğini ne kadar tehdit ettiğini, her gün yaşanan olay ve uygulamaların kötülüğü olağanlaştırdığını, sıradanlaştırdığını görmek zorundayız. Hukuksuzluk ayyuka çıkmış durumda, yurttaşlar güvenini yitirdi. Verdiği kararlar ister istemez sorgulatıyor ve akla Nazi Goebbels’in sözlerini hatırlatıyor. Şöyle diyor: “Muhalifleriniz bağımsız ve tarafsız hukuktan dem vurmaya başladıkları vakit, onlara şunu hatırlatın. Bir tek hukuk vardır o da Hitler’in hukukudur.” Benim inandığım ise hukukun adaletin devletin ardamarı olduğu ve bireyin toplumun hak ve özgürlüklerini kutsal bildiğidir. Hukuk bütün demokrasilerde bireyin ve toplumun hukukça kontrol edilmediği vakit acımasız ve saldırgan devlet mekanizmasına karşı korunağı ve zırhıdır. Tam tersine otokrasi (monokrasi) ve oligarşilerde ise devletin meşruiyet ürettiği bir sopaya dönüşür.


Siyasetin ve toplumun ortak, adil ve özgür bir gelecek arayışı çerçevesinde bu karanlıktan, labirentten çıkış yapması gerekiyor. Aynı gemide isek benzer kamaralarda olmamız gerekiyor. Farklılıkların gerçekçi, hak ve özgürlüklerine saygılı, biraradalığını zenginlik olarak gören, tahammül parantezine almayan yaklaşımlara ihtiyaç var. Farkında olalım ya da olmayalım birbirine zarar vermekle güç kazanılmaz, ancak zayıflık ve zaafiyete dönüşür. Yaşamı ve yaşatmayı yüceltmek gerekiyor.


Yüzyıllardır yaşanılan bir sorunu moğolvari güvenlikçi politikalarla çözmeye kalkarsanız, tam batağa saplanır, hareket ettikçe daha derine batarsınız. Kollektif sağduyu ve akıl kaybı, kazanmak için her şeyi mübah, her değeri teferruat olarak gören anlayışlar büyük zararlara ve yıkıma yol açarlar. “Sözde” diye başlayan cümleler özü itibarı ile demokrasi-hukuk-özgürlük sorunlarını gölgelerler. Yeter artık dememiz gerekiyor. İnsanım ben, sadece kendi kaygı, umut ve ihtiyaçlarım için yaşamam. Vicdan, merhamet, adalet ve akılla insanım. Barış insanı, bizleri büyütür, kazandırır; çatışma ve savaş küçültür ve kaybettirir. Vicdanınız ve aklınız tutsak ise davul zurna az, özgür ise sivrisinek saz gelir.


Adına her yıl ödüller verilen gazeteci Joseph Pulitzer şöyle diyor: “Cumhuriyetimiz ve gazeteleri ya beraber yükselir ya da beraber çöker. Çıkarcılıktan uzak, bağımsız, kamusal hizmet bilinci olan basın, kamusal erdemi koruyabilir. Bu erdem olmadan her hükümet, sahtekar ve alaycıdır. Sinik, çıkarcı, demagojik bir basın ise zamanla kendine benzeyen insan yığınları üretir. Bunu yargı başta olmak üzere bütün kamusal alanlara teşmil edebiliriz.


Yine Montesquieu’nun geliştirdiği kuvvetler ayrılığı ilkesi cumhuriyetlerin esasını oluşturur. Buna göre devletlerin iskeleti halkın oyları ile seçilmiş parlamentonun yasama görevini, hükümetin yürütme görevini ve bağımsız-tarafsız mahkemelerin yargı görevini yürütmesi gerekir.18. yy ortasında bu şekilde tarif edilen ve seçilmişlerin atanmışlar üzerinde etkili olduğu bu sistem 20. yy ile birlikte merkezdeki gücün dağıtılması çerçevesinde yerel yönetimler, özgür ve hak sahibi yurttaşlık, bağımsız medya, özerk üniversiteler ve sivil toplum gibi kurum ve kavramlarla cumhuriyetin demokrasi ile şekillenmesi amaçlanmıştır. Aynı noktadan hareketle 21. yüzyıla doğru ve beraber farklılıkların temsili, emeğin yeni mücadelesi, kadın mücadelesi, doğa (ekoloji) mücadelesi, inançların ve kimliklerin statü mücadeleleri cumhuriyetin demokratikleştirilmesi çatısı altındadır.


SARMAŞIK DERNEĞİNE İLİŞKİN


​Sivil toplum, yerel yönetimler, yurttaş duyarlılığı ve akademinin nadide bir çalışma, ortaklaşma ve inisiyatif alma girişimidir. Bu içeriği itibarı ile hem siyasetten bağımsız hem de bir kentin yaşadığı sosyo-ekonomik, sosyo-politik ve sosyo-kültürel boyutları olan bir soruna müdahale etme biçimidir. Yoksulluk bütün coğrafyalarda ve ülkelerde az ya da çok rastlanılan bir sorun olarak karşımıza çıkar. Bu çerçevede, hem inançların hem devletlerin, hem yerel yönetimlerin hem de sivil toplum girişimlerinin çözüm arayışları vardır. Temelde gelir dağılımı adaletsizliğinden kaynaklı politik bir meseledir. Köklü çözüm bulmak siyaset kurumuna ait olmakla beraber yaşanılan, üretilen ve devamlılık arz eden bu tür toplumsal yaralar noktasından da hem akıl hem vicdan harekete geçer. Bu çerçevede yürütülen Sarmaşık çalışması Amerika’da Harvard Üniversitesi’nden İsviçre üniversitelerine kadar ilgi görmüştür. Aynı şekilde medyada ve yoksulluk eksenli çalışma yürüten sivil girişimlere de konu ve rehber olmuştur. 2016 yılında Kalkınma Bakanlığı tarafından yapılan çalıştay dahil olmak üzere çok sayıda çalışma ve konferansta bildiriler sunulmuş ve takdir görmüştür.
​Sarmaşık Derneği defalarca İçişleri Bakanlığı’nca başmüfettiş ve müfettiş düzeyinde denetlenmiş, ardından takdir görmüştür. Tabi bir de Diyarbakır halkına ve sivil toplumuna da sormak gerekir. Buradan alacağımız tepki de Diyarbakır’ın yüz aklığı, iftiharı olan bir farkındalık, duyarlılık, bilinç oluşturma ve dayanışma çabası olduğudur. Yoksullara, en derin yoksulluğu yaşayan kesimlere sorarsanız, rencide edilmeden, ihsan başvurulmadan bir kentli dayanışması ve hakkı çerçevesinde buluştukları yer olduğunu söyleyeceklerdir. Bir de bu derneğin kapatılması kararını verenleri lanetle anmaktalar. Ben de bu kararı veren kriminalize etmeye çalışanların vicdan, tarih ve hukuk önünde bir gün hesap vereceklerine inanıyorum.


​Sarmaşık Derneği Diyarbakır’ın en büyük nüfuslu ailesidir. Yaraları sarmaya, en dipteki yoksulluğa derman olmaya çalışanların el açtırmadığı “el ele verdiği” bir buluşmadır. 4600 aile ve ortalama 6,7’lik aile büyüklüğü göz önünde bulundurulduğunda yaklaşık 31.000 nüfusludur. Derneğimizi kapatanlar bu vebalin altında kalacaklardır. Derneğimizin kurucu heyetinde, denetleme ve yürütme organlarında Ticaret Odası’ndan Baro’ya, DİSİAD’dan MÜSİAD’a, işçi sendikalarından TMMOB’a kadar sivil toplumun geniş bir kesimi görülür. Kurucular arasında daha sonrasında HDP’den, CHP’den ve AKP’den milletvekilleri vardır.


​İş edindirme programları, kadın emeği çalışmaları, çocuk ve genç eğitim destek programları da sürdürülmekte idi. Bu döneme egemen olan paranoid şizofren anlayışın attığı bu adımlarla kul hakkı yemenin bütün biçimlerine bir de bunu eklemiş oldular.


İFTİRACIYA İLİŞKİN


O kadar akıl ve rutin uygulamaların dışında bir hikaye var ki sanki yaşlı bir teyze acil servisten içeri girmiş, “Yavrum bir tansiyonumu ölçer misin?” demiş, hastanelerin pratiklerinde en nitelikli işlem olan ve tüm aşamaları geniş bir ekipman, kayıt ve kadro isteyen bu işlemin yani ameliyatın tereyağından kıl çeker gibi yapıldığı anlatılıyor. Ayrıca bu güya defalarca tekrar edilmiş. Buna kargalar güler ancak.
Bırakın dağdan gelen birisini, herhangi bir kişiyi kayıtsız şartsız bir şekilde ameliyat edecek olsanız, bu durum hastanenin kapatılma gerekçesidir. Yüzlerce çalışandan tutun bir bütün olarak hastaneden sağlık hizmeti alan insanlara kadar nasıl mağduriyetler yaratılmış olur. Daha önce birileri kalkıp aya geliş-gidişli otoban yaptık desek toplumun çoğunluğu buna inanır diyebilecek kadar insanların aklı ile alay etmişlerdir. Bu iddianamede geçen bu iftiracı beyanının da ondan eksik kalır bir yanı yok. Fakat garip olan bunu bilgi olarak kabul edip buraya yazanların anlayışıdır. Ağırlaştırılmış müebbet ile yargılanan ve güya 3 yıldır mütemadiyen itiraflarda bulunan kişi, seçimlerden 10 gün önce benim için böyle bir ifade veriyor. Benim ve dolayısı ile partimin kriminalize edilmesi ne kadar önemliymiş ki bu kişi ardından serbest bırakılıyor.


İçişleri Bakanı televizyonlara, uluslararası basının önüne çıkıp bunu örnek olarak gösterip “Bunlara biz göz yumarsak, Allah bizi affetmez.” demişti. Gizliliği olan dosyanın bu bilgileri yerli ve yabancı basına sızdırılmıştı. Hatta o dönemde tekzipte bulunmuştum. Ben de İçişleri Bakanına Kur’an-ı Kerim’in bir ayeti ile cevap veriyorum. “Kendi yalanlarını Allah'a yakıştıran, yalanına Allah’ı alet edenden daha zalim kim olabilir?” der. Yani Allah’a ve kitaba en büyük hakaret, saldırı ve iftira budur.


Burada göbek taşına oturtturulan bir iftiranın varlığı açılan davanın siyasi bir dava olduğunun ve siyasi saiklerle açılmış olduğu gerçeğini perdeleyemez. Rahmetli İnönü’nün deyimi ile “ Bir ülkede kışlaya, okula ve camiye siyaset giremez.” Ben de buna tüm bunlar yetmezmiş gibi, bir de yargıya siyaset girmiş ise tuzun koktuğu zamandır diyorum.

Editör: TE Bilişim