Uygarlık ve insanlık bir kriz içerisinde. Bu kriz zaman zaman kaosa evrilip sürdürülemez bir aşamaya gelirken bazı zamanlar ise sistemin bilinçli müdahalesi ile pansuman yapılıp yola devam ediliyor. Anadolu’nun bilgeliğinde yeşermiş güzel bir söz vardır; ‘Demiri demir ile dövdüler biri sıcak biri soğuk insanı insan ile kırdılar bir aç biri tok’ (Pir sultan Abdal) Bu söz aslında bir kesimin özne olup etrafını nesneleştirdiğini, tahakküm ve iktidar ilişkileri kurduğunu diğer tarafın ise bu ilişkiler ağı içerisinde ezildiğini özetliyor.

İnsanlığın tarihine gittiğimizde ve onun kültürüne yakından baktığımızda Hoobes’un ifade ettiği ‘İnsan insanın kurdudur’ ilkesi yerine güçlü bir eşitlik ve insanlık kültürüyle karşılaşıyoruz; özellikle doğal toplumlarda bu böyledir. Fakat devlet ve devlet ilişkileri altında yozlaştırılan toplumlarda durum elbette tersine evrilmiştir. Toplum zehirlenmiştir. ‘zorunda’ bırakılmıştır. Doğal toplumlarda keskin bir ben ve öteki ayrımı yerine ‘Biz’ vardır. Birinin canı yandığında herkesin canı yanar. Yemekte etin en güzel yerini yemek en ayıp davranıştır. Herkes en güzelini bir başkasına isterken en azını ve en kötüsünü kendisine tercih eder. Kapitalist uygarlık ve devletçi sistemlerde ‘Her koyun kendi bacağından asılır.’, ‘iyilik enayiliktir’ Doğal toplumlarda, çıkar ve menfaat ilişkileri ağı içerisine düşmemiş toplumlarda esas ilke ‘Hepimiz birimiz birimiz hepimiz… Ya hep beraber ya hiçbirimiz.’ şeklindedir. Burada elbette birey özgürlüğü tartışılabilir ama kaba hatlarıyla ifade edilmek istenen toplumda esas baskın olan onun kök hücresinde bulunanın bencillik ve bireycilik değil toplumsallık olduğudur. Aborjinlere baktığımızda, Latin Amerika yerlilerini incelediğimiz de, yine antropologların araştırmalarında eski toplum ilişkilerine baktığımızda bunlar çok rahat bir şekilde görülebilmektedir. 

İnsanlığın ilk bilinç formu Animizm'dir. Bu inanca göre doğanın her yerinde ruhlar vardır. Ve her şey canlıdır. Bir hayvan avlandığında kendisinden özür dilenir. Kemikleri zarar görmesin diye yüksek bir yere eklemleri birleştirilmiş şekilde bırakılır. Çünkü tekrardan bedenleneceği düşünülür. Mani’nin meşhur bir sözü vardır. Ekolojik toplum özelliklerini anımsatır. Mani derki; Bir taş mı gördün hemen geçme al okşa sev belki o taşta sevilmek istenir. Yine F.G.Frazer’in Altın dal kitabında güzel bir örnek verilir bu örneğe göre kırsal kesim halkı çiçek açmış ağaçların yanında gürültü yapmamaya çok ama çok özen gösterirlermiş sebebiyse ‘Ağacın hamile olduğu dolayısıyla ürkütülmemesi gerektiği’ inancıdır. Peki, ya Kızılderili şefi Seattle’nin 1854 de Beyaz Saray’a yolladığı mektuba ne demeli?


 

"Washington’daki büyük şef topraklarımızı almak istediği konusunda sözünü göndermiş. Büyük şef aynı zamanda dostluk ve iyi niyet sözlerini göndermiş…Gökyüzünü, toprağın ısısını nasıl alıp satabilirsiniz? Bu fikir bize garip gelir. Eğer biz havanın tazeliğine ve suların parıltısına sahip değilsek, onları nasıl satın alabilirsiniz? Bu dünyanın her parçası benim insanlarım için kutsaldır. Dereler ve Nehirlerden akan sular, sadece su değil ama atalarımızın kanlarıdır… Suyun mırıltısı babamın babasının sesidir. Nehirler erkek kardeşlerimizdir. Eğer size toprağımızı satarsak sizden bir kardeşe göstereceğinizi kibarlığı nehirlere göstermenizi istiyoruz. Ayakları altındaki toprağın babalarımızın külleri olduğunu çocuklarınıza göstermelisiniz…  Güzel kokan çiçekler bizim kız kardeşlerimizdir; geyik, at, büyük kartal, bunlarsa bizim erkek kardeşlerimiz, kayalık tepeler, çayırlardaki ıslaklık, tayın vücut ısısı ve adam hepsi aynı aileye aittir." Mektup uzun hepsini buraya sığdıramıyoruz. Fakat, gerici, basit, ilkel ya da gelişmemiş olarak görülen toplumların aslında ekolojik demokratik ve özgürlük anlamında yüzyılımızdan ne kadarda ileride olduğunu görebilmek mümkün. Şef’in dile getirdiği sözler bir güzelleme değil yaşam biçimidir saf bir inançtır.

 Modern Bilimin kurucuları olan Descartes ve Francis Bacon içinse; ‘Doğa, insana hizmet etmelidir. İnsan bir ruha sahiptir. Dolayısıyla gerçek bir canlıdır ama insanın dışındaki hayat mekanik bir yapıya ve varoluşa sahiptir. Mekanik olanın aklı yoktur. Ama insanın aklı vardır. İnsan Tanrıyı kavrayabiliyor. Ama hayvan, taş, ağaç ve yaprak öyle değildir. İşte bu yüzden insan üstündür ve her şeye hakkı vardır’ Bunun bir örneği Modern bilimin kurucularından olan Francis Bacon’un sözleridir;

"..doğa karşısında güçlü olabilmek, ona boyun eğdirip üstünde insanın egemenliğini kurabilmek için… onun hangi yasalara göre işlediğini bilmek, yani bilim gereklidir… Amaç, insanın evren üzerindeki egemenliğinin sınırlarını genişletmek hayatın güçlüklerini fethetmek ve doğaya boyun eğdirmektir."  Bir çok düşünüre göre Doğanın kendisi canlı değildi. Hayvanlar ise duygudan yoksundu. Descartes’e göre Hayvan, bir makineden ibaretti. Acı çekemezdi. Tepkileri mekanikti. İnsanlardaki gibi bir zihne ve ruha sahip değillerdi.




 

Descartes ve Bacon öncülüğünde özne-nesne anlayışı ‘bilimsellik’ kazanıyordu.  Descartes’e göre İki töz vardı yaratıcı ve yaratılan töz. Yaratılan töz özne olarak İnsandı. Dünyadaki gerçek varlıkta bu insandı. Öznenin dışında kalan hayvanlar ve doğa ise yer kaplayan eşyadan başka bir şey değildi. Bu anlayış doğanın ve hayvanın sömürüsünü sınırsız bir şekilde insana açıyordu. Bu durum kapitalizm için büyük bir fırsattı çünkü kar uğruna doğayı istediği gibi talan edebilecekti. ‘’ Bilimsel yöntemin en önemli kavramlarından olan özne-nesne ayrımının gelişimi doğaya hükmetmekle bağlantılıdır. Sermaye ve iktidarın yeni birikim aygıtları olan kapitalist tekeller hem fiziksel-biyolojik hem de toplumsal doğaya ait kaynaklara yüklendikçe, bu kaynakların birikim açısından ne denli avantajlı olduklarını kavramakta gecikmediler’’

Buradaki asıl meseleyse Doğaya, hayvana yabancılaşan ve onları bir nesne olarak görmeye başlayan insanın kendi cinsini de nesne olarak görmeye başlayacağıdır. Çünkü insan ruhu bir kez kirlenmişliği tattığında iflah olması pekte kolay olmuyor. Bu özne-nesne ilişkisi aslında bir yerde tüm kötülüklerin de sebebi konumundadır. Güçlü olanın kendisini ‘Özne, zayıf olanı ise nesne’ olarak konumlandırması sorunu özünde bir zihniyet sorunudur. Devlet toplumu, erkek ise kadını kadın çocuğu büyük çocuk küçük çocuğu nesne olarak şekillendirmeye başlıyor. Ve bu sayede bir şiddet-nefret sarmalıda başlamış oluyor.

Doğayı, insanı ve ilişkiler ağını yeniden düşünmek gerekmektedir. Bütün savaşlar önce zihniyette kazanılıp zihniyette kaybedilmektedir. İktidarın kurduğu özneler olarak bizler, kendi zihniyet zincirlerimizi kırmadan bireyin özgürlüğü dolayısıyla toplumsal mücadele kazanılamaz Çünkü ‘Yanlış hayat doğru yaşanmaz!’ Batının dili ve bilimi yerine insanlığın ortak kültürü ve kökü üzerinden hareket etmek bizi doğruya yaklaştırır. Çünkü bir şeyi yanlış yerde aramak onu hiç aramamaktır.