Gazete Emek-  Halkların Demokratik Partisi’nden (HDP) Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı iken, yerine kayyum atanan ve ardından tutuklanan Selçuk Mızraklı, yargılanma süreciyle ilgili, “Adaletin, Ankara’da, bin odalı bir sarayda hapsedildiğini, onun yerine kanunsuzluğun ülkede hakim olduğunu görüyoruz. Mahkemeler belki hâlâ adliyelerde sürerken kararlar ise Ankara’daki sarayda alınmaktadır” dedi.

Cezaevlerinde koronavirüs ile ilgili nasıl bir süreç işliyor, kendinizi nasıl korumaya çalışıyorsunuz, hekimliğinizden yararlanılıyor mu?

Dört duvar arasından, birkaç metrekarelik alandan öncelikle “Merhaba”. Koronavirüsün hayatımızı esir aldığı böylesi bir süreçte küçücük alanda kendimizi kısıtlı ve kendi imkanlarımızla koruyoruz. Hekimliğim ancak kendi koğuşumda geçerli oluyor. Herkese tabii ki yardım etmek isterdim ama dışarıda nasıl izin verilmiyorsa cezaevlerinde de izin verilmiyor. Süreç, devlet tekelinde yürütülmektedir.

Türkiye’de bir yıllık salgın değerlendirmesini yapabilir misiniz? Salgın nasıl yönetildi, salgının etkilerini ne kadar hissedebiliriz daha?

Bu süreçte aslında dünyadaki birçok ülke ve yönetim başarısız oldu. Türkiye’deki yönetimde bu sürecin ilk dönemlerinde algı yönetimiyle bol bol göz boyama yaptılar. O dönem en başarılı bakan, sağlık bakanı olarak görüldü. Herkes onun söylediklerine inanıyor, “Süreci iyi yönetiyor” diye görüş belirtiyordu. Daha sonraki dönemde ise aslında sürecin iyi yönetilmediği, ölümlerin, hasta sayısının gizlendiği, yalanlar söylendiği ortaya çıkmaya başladı. Burada anlaşılan bir konu da Sağlık Bakanlığı’nın, Bilim Kurulu’nun ve diğer bakanların sadece bir vitrin mankeni de olduğu, asıl bu süreci yönetenin, tüm Türkiye’deki süreci yöneten, tüm her şeye iki dudağının arasından çıkan sözlerle yön verenin Recep Tayyip Erdoğan olduğu ortaya çıktı.

“TEK KİŞİLİK YÖNETİM SAĞLIĞI DA ETKİLİYOR”

Yani ülkedeki tek kişilik yönetim sağlığımızı da etkiliyor. Sağlığımızla ilgili kararları da alıyor. Böylesi bir süreçte bilim insanlarına, sağlıkçılara değil de tek bir kişinin kararına baktığına şahit olduk. En son aşı alımında ne kadar ciddi olduklarını gördük. Kendileri için aşıları Avrupalar’dan getirtirken, AKP’liler lebaleb kongre salonlarında doluşup halaylar çekerken ve öncelikle olarak onlar aşılanırken; halk, sağlıkçılar, eğitimciler ise ölümle pençeleşiyor. Halk, salgının insafına bırakılmış durumda.

Bir halkın sağlığında bile nasıl yolsuzluk yapılır, nasıl yandaşların cebi doldurulur anlayışıyla hareket ettiler. Halk için değil yine AKP için çalıştılar. Ondan dolayı nasıl yönetildi böyle derseniz, kelimenin tam anlamıyla rezalettir diyebilirim. Bu yönetim anlayışı devam ettiği sürece salgının etkileri uzun bir süre devam edecektir. Halk kendi imkanları ile bu süreçten sağlığını korumalıdır.

Yargılamaların ve adalet arayışlarının çoğu zaman yılları bulduğu ülkemizde sizin davanızın belki rekor sayılabilecek kısa sürede tamamlanmasını ve verilen cezanın aynı kısa sürede onanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Nasıl değerlendirebilirim ki? Şimdi geçen haftalarda HDP’nin başlattığı “Herkese Adalet” kampanyasının olduğu dönemde bunu şöyle özetleyebilirim: Bu ülkede adalet yok, özellikle de Kürtler söz konusu olunca adalet tamamen rafa kalkmaktadır.

HDP, adaletin olmadığı, yargının tamamen bir tahakküm aracına dönüştüğü, iktidarın yargıyı kendi tekeline soktuğu, tüm alanlarda halkın değil bir kişinin çıkarlarına hizmet edildiği bir rejim sisteminde adalet arayışı başlattı. HDP, artık bu ülkede adaletin olmadığını biliyor. Bundan dolayı halk için adalet istiyor. İşte böylesi bir dönemde adaletin olmadığı, yargının AKP’nin vitrin tezgahına dönüştüğü zamanda benim cezamın onanması yargının geldiği durumu daha da iyi gözler önüne sermektedir.

Milletvekili olmadan, özellikle de Amed Büyükşehir Eşbaşkanı olmadan önceki süren davama bakarsak, sonrasında ise kayyum ataması ile birlikte nasıl bir yargı oyunu ile davanın sonuçlandığını karşılaştırırsak adaletin Ankara’da, bin odalı bir sarayda hapsedildiği, onun yerine kanunsuzluğun ülkede hakim olduğunu görürüz. Mahkemeler belki hala adliyelerde sürerken, kararlar ise Ankara’daki bin odalı sarayda alınmaktadır.

Cezaevinden Türkiye’de yaşananları nasıl görüyor ve değerlendiriyorsunuz?

Türkiye bir çıkmazın içerisinde çırpınmaktadır. Çırpındıkça da daha fazla batmaktadır. Tek adam rejiminin bugün Türkiye’de geldiği durum budur. Bizler yıllardan beri, bu durumu görüyor ve bu durumun tehlikesine işaret ediyorduk. İşte bu durumu görüp, buna itiraz edenlerle doludur cezaevleri. Halktan tamamen kopmuş, saraylarda yaşayanlar, kendi zevki sefaları için bir ülkeyi, halkları ateş çemberine atmaktadır. Uçurumun kıyısına sürüklemişlerdir. Ülkedeki durum her geçen gün daha da kötüleşmektedir. Bunun tek sorumlusu da saraylarda ülkeyi yönetendir.

“Neo-Osmanlıcı bir politika ile üç kıtada at sürmek isteyen anlayış, ülke içindeki kirlenmişliği gizlemek için tüm alanlara saldırıyor”

Neo-Osmanlıcı bir politika ile üç kıtada at sürmek isteyen anlayış, ülke içindeki kirlenmişliği ve beceriksizliklerini gizlemek için Libya’ya, Azerbaycan’a, Suriye’ye, Rojava’ya, Irak’a yani tüm alanlara da saldırmakta, paramiliter güçleri beslemektedir. Erdoğan, her defasında Osmanlı padişahı olan Abdülhamid ile kendisini de kıyaslamakta, kendisini ona benzemekte, mağdur edebiyatı yapmaktadır. Osmanlı Padişahı Abdülhamid’e benziyor mu dersek, evet benziyor. Neyiyle benziyor? Benzerlik, kurduğu hafiye teşkilatıyla, ispiyonculuk ağını genişletmesiyle, halkları ayrıştırmasıyla, güvensizlikle ve kaos ortamı yaratmasıyla başlıyor. Ekonomiyi yandaşlara peşkeş çekmesi ile benziyor. Üç cihana egemen olma hayaliyle tüm ülkeyi kaybetmesiyle benziyor. En çok da bu tarafı ile benziyor. Ülkenin durumu nasıl derseniz Nazım Hikmet’in çırpınıyor ülkem diye başlayan dörtlüğe benziyor. Durum her geçen gün daha da sarpa sarıyor. Bir an önce halkın bu kötü gidişatı görmesi ve dur demesi lazım.

Türkiye’de şu anda HDP’nin kapatılması, vekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması sıkça konuşuluyor, bu konuda neler söylemek istersiniz?

Türkiye’deki her iktidar öncelikle Kürtler’e saldırır. Sorunu çözmek yerine, soruna saldırarak yok edeceklerini sanıyorlar. Bu kısır döngü yıllardır devam etmektedir. Sorunları çözmeyen, dönem dönem zor kullanarak bastırdıkları bu sorun, her zaman karşılarına çıkacaktır. 2013’te çözüm süreci ile birlikte umut havası oluştu. Sorunun çözümüne bu kadar yaklaşmış iken birden bile değişen hava daha da sertleşti. Çatışmalar kent merkezlerine taşındı. O dönemden günümüze binlerce insan yaşamını kaybetti, adalet rafa kalktı. Ekonomi, sağlık, eğitim gibi tüm alanlarda sorunlar büyüdü. Bunun tek sebebi çatışmalı sürecin başlamış olmasıdır.

“Atanan kayyumlar, tutuklanan siyasetçiler zaten fiilen HDP’nin kapatılması değil miydi?”

HDP’nin kapatılması ve dokunulmazlıklarının kaldırılmasını da bu süreçten bağımsız değerlendiremeyiz. Sorunu çözmek yerine şiddet ile bastırmak isteyenlerin çözümü, partileri kapatmak, vekillerin dokunulmazlığını kaldırıp cezaevlerine atmaktır. Bu daha önce denendi mi? Evet, denendi. Hem de defalarca denendi. Partiler kapatıldı ama her yeni bir parti daha büyük bir umut oldu. Yeni bir umut, yeni bir başarı olarak karşımıza çıktı. Bugün on binlerce partimiz taraftarı, çalışanı, vekili, seçilmişi, başkanı cezaevinde. Yani yıllardır devam eden bir süreç. İlk defa denenmiyor ki. 2016 sürecinde başta sayın Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın tutuklanması bir darbe değil miydi? Bir partinin devlet tarafından fiilen kapatılması darbe değil miydi? Atanan kayyumlar, tutuklanan siyasetçiler zaten fiilen HDP’nin kapatılması değil miydi? Yarın ya da önümüzdeki ay yargı eliyle sanki yasal bir süreç işletilmiş, hukuki süreçmiş gibi gösterip kapatsalar, vekillerin dokunulmazlıkları kaldırılsa ne olacak ki. Önemli olan sonuca bakmak lazımdır. HDP’nin kapatılması o kadar kolay değildir. Arkasında koca bir halk olan, milyonların sesi olan bir partiyi kapatabilirler ama o halkı susturamazlar. O halk hareketine engel olamazlar. Yaptıkları beyhude bir çabadır.

Kayyum yönetimindeki Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nde neler olup bittiğini takip edebiliyor musunuz?

Çok fazla takip edemiyoruz. Sadece bu cezaevi koşullarından dolayı değildir. Kayyumun atandığı belediyelerde olduğu gibi Amed Büyükşehir Belediyesi’nde de yolsuzluklar olmaktadır. Benim görevde bulunduğum üç aylık süreçte defalarca mülkiye müfettişleri görevlendirip soruşturmalar açan, cezaevinde bulunduğum halde hâlâ onlarca soruşturma izni veren İçişleri Bakanlığı, kendi kayyumlarının yolsuzlukları ayyuka çıktığı halde sessizliğini korumaktadır.

Mardin Büyükşehir Belediyesi’nde belgelerle ortaya çıkan yolsuzluklar, tutuklamalar olduğu halde, asıl yolsuzluğun başındaki kayyumu savunuyor olmaları, aslında kayyumları bu suça itenlerin üst kesimlerin olduğunu açıkça gösteriyor.

Yani soruşturma izni verilmiyor. Basın onlardan ve yapılanlar gizleniyor. Bundan dolayı halkın da bizlerin de pek bir haberi olmuyor. Yani suçlarını saklıyorlar, gizliyorlar. Elden geldiğince takip etmeye çalışıyorum.

Boğaziçi Üniversitesi eylemlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

İktidarın korkulu rüyası, haklılığın dile gelişidir. Gençlerin haksızlığa “dur” deme istemidir. Belediyelere, sonrasında şirketlere ve derneklere atanan kayyumların üniversitelere atanmasına karşı çıkıştır. İktidarın koltuğunu sallamasıdır. Bizlere düşen ise bu haklı direnişe ses vermektir. İktidar her zaman haklı olanın karşısında olmuştur. Boğaziçili gençlerin haklılığına da karşı duruş sergilemektedir. Bizler bunu görmekteyiz. O zaman bizler de haklıların yanında olmalıyız.

Haksız ile haklıların karşı karşıya gelişi diyebiliriz. Hak ile batılın savaşında bizler her zamanki gibi hakkın yanındayız. Hakkını arayanlar, gençlerden, kadınlardan, bu ülkenin halklarından korkan bir avuç iktidarın ve yandaşının korkulu rüyası olmaya devam edecekler.

Kaynak: Medyascope

Editör: TE Bilişim