Gazete Emek- Yazma suçu bende, yapacağınız benzetme ve yorumların suçu da sizde olması koşuluyla başlayalım… Orwell, 1946 yılında bu kitabı yazarken bu kitapta anlatılan toplumun bir gün mutlak var olacağına inandığından yani 1946’da günümüz iktidarlarından bahsetmişti. Bu kitapta aslında iktidar ve toplum arasındaki ilişki ve çelişkiler ele alınarak gerçekler ütopik bir şekilde kaleme alınmıştır.

Hegemonik bir diktatör olan Büyük Birader; korku, ihanet ve azap dolu bir dünya, ezmenin ve ezilmenin dünyasını, bütün değerlerden yoksun bireylerden oluşan bir dünya özetle daha çok acımasız bireylerden oluşan bir toplum var etmeye çalışıyordu. Yine Büyük Birader bütün kavramları tersyüz ederek zıtlıklarıyla anlam bulan kavramlar haline getirtmişti.

Örneğin; Barış Bakanlığı; savaşın, Gerçek Bakanlığı; yalanın, Sevgi Bakanlığı; işkence ve asimile etmenin, Varlık Bakanlığı; yokluk ve sefaletin yaşatıldığı binalardan ibarettiler. Bu Bakanlıklardan biri olan Sevgi Bakanlığı’na götürülenler; işkenceden, hakaretten, onur kırıcılıktan, aklınıza gelebilecek her türlü kötülükten sonra Büyük Birader’e sevgi duyana kadar bekletilirlerdi. Düşünce suçu, her zaman ölümü gerektirmiyordu çünkü düşünce suçunun kendisi ölüm olarak görülüyordu. Sevgi Bakanlığı’nın bünyesinde bulunan 101 nolu odaya alınan düşünce suçlularına uygulananlar adi suçlardan tutuklananlara uygulanmıyordu.

 (Ülkemizde son yapılan affı dikkate alırsanız George Orwell’ın bu satırlarda ne demek istediğini daha iyi anlayacaksınız). Yine 101 nolu odalarda düşüncesuçlularına temel insani haklar bile sunulmuyordu.  Örneğin tuvalet ihtiyaçlarını bile gideremiyor veaylarca aç ve susuz bırakılıyorlardı. İşkence esnasında tiksindirici ve vahşi hayvanlarla mahkûmları terbiye ediyorlardı. (Tabi, bu kitapta anlatılanları birer ütopya olarak görmemek için, Diyarbakır zindanında mahkûmlara kendi pislikleri yedirildiğini de bilmek gerekir. Veya yine birçok cezaevinde insanlık onuruna yakışmayan işkencelerin yapıldığını da bilmek gerekir. En azından o işkencelere maruz kalmış kişilerle tanışmak gerekir.

Örneğin helikopterlerden atılanları görenler 1984 de nedir ki diye söyleneceklerdir. ) Günce tutmak bile düşünce suçuydu. Çünkü Düşünce Polisi; evinizde, banyonuzda, yatağınızda, işyerinizde, sokakta hatta rüyanızda bile sizleri gizli teleekranlarla takip ediyordu. (Günümüz mobese kameralarını, istihbaratçıları, çevremizdeki ispiyoncuları, sosyal medyada bizleri gözetenleri hatta ne izleyeceğimize kadar bize müdahale edenleri düşündüğümüzde aslında daha iyi anlamış oluruz). Yine Düşüncesuçu Polislerinin her zaman geceleyin baskın yapmasını, hoyratça, ansızın, yatağın etrafını acımasız yüzleriyle sarmasını ülkemizde kırılan kapıları göz önünde bulundurursanız daha iyi anlarsınız.

Düşüncesuçluları, çoğu zaman yargılanmadan hatta kayıt altına alınmadan kaybediliyordu. Resmi bütün kayıtları silinip, kökleri kazınır, külleri havaya savrulurdu. George ORWELL’ın tabiriyle buharlaştırılıyorlardı. (Ülkemizdeki Beyaz Toroslar, Cumartesi Kayıpları vb.) Bu konuyu daha iyi anlayabilmek için Franz Kafka’nın “Dava” adlı romanında

geçen Joseph adlı bir memurun bir sabah tanımadığı kişilerce uyandırılarak kayıplara karıştırılması olayını da bilmek daha iyi anlamayı sağlayacaktır. (Özellikle Doğu ve Güneydoğu’da evinden alınanlara şahit olanların Franz Kafka’ya ihtiyaç duymadıklarını söyleyebilirim.)

Ülkenin hemen her duvarına asılı duran teleekranlarla; insanlar gözetiliyor, dudaklarından dökülen kelime ve yüzlerindeki ifadelere varıncaya kadar kontrol altında tutuluyorlardı. İktidarın cisme bürünmüş hali olan Büyük Birader’e karşı bırakın isyan veya hakaret etmeyi sevmediklerini bile belli edenler Düşüncesuçu Polisleri tarafından tutuklanıyordu.

Büyük Birader’in dışındaki herkes haindi. Bırakın O’na karşı isyan etmeyi insanlar içlerinden bile “Kahrolsun Büyük Birader” dediklerinde yakalanırlar diye korkuyorlardı. Büyük Birader’den korkulduğu kadar Tanrı’dan bile korkulmuyordu. Yatak odalarında eşleriyle yaşadıklarına kadar her şey teleekranlardan takip ediliyorlardı. (Yine ülkemizde birçok insanın özel hayatlarına dair kasetlerinin olması Büyük Birader’in uygulamalarına örnek olarak verilebilir!)

Teleekranlardan yapılan duyurulara inanmayanlar veya ağzında bir şey geveleyenler bile Büyük Birader’e saygısızlık ve isyandan tutuklanıyordu. (Günümüz havuz medyasına inanmamanın suç sayıldığı gibi). Orwell bu yaşananlara ithafen şöyle diyordu: “Aslında hiçbir şey yasadışı değil, çünkü artık yasa diye bir şey yok!” Bütün bunların yaşanacağını öngören Orwell: “Bir gün karanlığın olmadığı bir yerde buluşacağız.” diyerek umut vermeyi de ihmal etmiyordu.

# İNSAN ONURUNA YARAŞIR BİR DÜNYAYI MUTLAKA VAR EDECEĞİZ!

Editör: TE Bilişim