Bir dünya düşünün: herkes mutlu, hiçbir fikir ayrılığı yok. Herkes eşit; yöneten, yönetilen diye bir ayrım yok.
İnsanlar robot gibi, aynı ritimde hareket ediyor. Ortak bir hafızayı paylaşıyorlar.
Sanki yeryüzündeki insanların bedenlerini bir virüs ele geçirmiş; onların anılarına sahip, bütün alışkanlıklarını ve huylarını öğrenmiş, kötü huylarını törpülemiş, mutluluk hormonuyla da hepsini zehirlemiş.
Biz insanlar iyilik ve kötülük kavramlarına doğuştan sahip olduğumuza inanırız. Seçimlerimizle bu kavramlar çalışır. Oysa bu zehirlenmiş mutlu tür, seçim yapmıyor. Çünkü yapsalar, söz gelimi karşı tarafı üzmekten çekiniyorlar.
“Hayır” kelimesi, onların sözlüğünde yok.
Breaking Bad dizisinin yaratıcısı Vince Gilligan bu kez Pluribus’ta böyle bir dünya kurmuş. Dizinin merkezinde huysuz, aksi bir kadın var. Ona “aksi” demek hafif kalır. Hüzünden beslenen bir kadın ama aşk romanları yazıyor. Hırslı; en çok satanlar listesinin ilk onunda olmazsa kendini başarılı saymıyor.
Sevgilisi onu, en çok kendisinin hayalini kurduğu bir otele götürüyor. Otel buzdan yapılmış. Yaz gelince eriyor. Her sene farklı sanatçılar tarafından yeniden inşa ediliyor. Bana sorarsanız, biraz da boşa heba edilen bir emek. Rehber oteli büyük bir heyecanla anlatırken, bizim başrol karakterimizin yüzünde tek bir kıpırtı yok. Asıl heyecanlı olan sevgilisi.
Odada gökyüzüne açılan bir pencere var. Yatakta sarılıp o pencereyi gösteriyor, bir şeyler anlatıyor. Romantik romanların yazarı ise bambaşka bir yerde: “Tuvalet de buzdan mı acaba? Soğuk çişimi getirdi, ya işerken yapışırsam?” diye düşünüyor.
Kast seçimi çok yerinde. Rhea Seehorn, yüzünün kemik yapısı ve sinirli ifadesiyle ana karakterin huyunu suyunu çok iyi taşıyor.
Ana karakterimiz ve onun da içinde olduğu on iki kişi, dünyada bu virüsten etkilenmemiş. Bu yüzden “mutlu insanlık” tarafından dışlanıyorlar.
Yine de her istedikleri önlerine seriliyor. Bomboş bir markette sinirleniyor; diğer mutlu insanlar anında marketi ağzına kadar dolduruyor. Kamyonlar marketin kapısına yanaşıyor.
O, bu mutlu insanlara kızıyor ve yeni bir kölelik sisteminin başladığını söylüyor. “Ben özgürüm,” diyor. “Kimse beni yönetemez.”
Ama dışarıdan bakıldığında, kimse ona “hayır” diyemediği için o da küçük bir diktatör gibi görünüyor. Kendisini ikna etmeye çalışan, eksikleriyle birlikte yine de iyi niyetli bu mutlu insanlardan huysuzca faydalanan biri.
Dünyanın başka bir yerinde ise başka bir kadın sessizce yol alıyor. Gürültücü yazarımız gibi ortalığı velveleye vermeden, “Benim bir bildiğim var,” dercesine uçağa biniyor. Yalnız, bindiği uçağı kendisi kullanıyor. Henüz yalnızca üç bölüm yayımlandı; dünyanın diğer virüsten etkilenmemiş insanları ne yapıyor, daha bilmiyoruz.
Sanki dünyada kanlı canlı, mutlu yapay zekâlar dolaşıyor. Şimdilik şiddet karşısında kendilerini kapatıyorlar; canlı hiçbir şeyi öldürmüyorlar. Virüs yayılırken ise sekiz milyon kadar insan ölmüş. Onlara göre bu, sadece fire.
Bizim romantik roman yazan agresif karakter bir sabah uyandığında kendisine bir “rehber” verildiğini fark ediyor. Sorularına cevap veren, ne isterse yapan bir asistan gibi. “Ben de sizin gibi olamaz mıyım?” diye soruyor. “Şimdilik hayır, henüz çaresini bulamadık,” diyorlar. Yani, onun da arada pes ettiği anlar oluyor.
Bütün insanların hizmetinizde olduğu, bu yüzden onlar için üzüldüğünüz, yalnızlık çektiğiniz bir insan mı olmak isterdiniz? Yoksa mutlu, çalışkan bir karınca mı? Gerçi karıncaların nasıl düşündüğünü bilmiyorum. Belki de asıl soru şu: Kullanmak zorunda kalmadığınız bir beyni mi taşımak isterdiniz?
Zaten içinde yaşadığımız zamanı düşününce, beynimizin ne kadarını kullandığımız da ortada.
Güzel günlerde görüşelim; görüşmelerimiz iyiliklere vesile olsun.