Gabriel García Márquez’in Kırmızı Pazartesi’sinde, Santiago Nasar’ın öldürüleceği herkes tarafından bilinir. Cinayet, bir sır değil, açık bir ilan gibidir. Fakat kasaba halkı susar. Çünkü herkes sorumluluğu bir başkasına havale eder. Ve sonunda suç, sadece bıçağı tutan ellerde değil, susan kalabalıkların yüreğinde de büyür.
Bugün Ortadoğu, aynı kitabın yeni bir baskısı gibi. Sayfalarını kanla açıyoruz. Savaş çığlığı herkesin kulağında ama kimse müdahale etmiyor. İran ve İsrail arasında tırmanan bu çatışma, göz göre göre gelen bir felaketin hikâyesi.
Ama sessiz kalan sadece dünya değil. İran da susmuyor; konuşuyor, emrediyor, bastırıyor, yok ediyor.
Kadınlar saçlarını rüzgâra bıraktığı için sokak ortasında dövülüyor.
Gençler "özgürlük" dediği için zindanlarda çürütülüyor.
Ve Kürtler, İran'ın batısında, kelimeleri bile yasaklanmış bir dilin içinde katlediliyor.
Jîna Emînî’nin ismi, sadece bir kadının değil, tüm bir halkın bastırılmış nefesinin simgesine dönüşüyor.
İşte bu despotluk, bu iç barbarlık, dışarıda yürütülen savaşı körüklüyor. İran hem içeride insan haklarını çiğniyor hem de dışarıda barışı savunuyor gibi yapıyor. Bu çifte yüzlülük, Ortadoğu’daki her barut kokusunun ardındaki gerçek fitildir.
Oysa savaşlar yalnız kurşunla değil; suskunlukla, riyakârlıkla, korkuyla ve unutmakla başlar.
Ve bir gün tarih soracak:
> “Sen o sırada ne yaptın?”
Eğer yalnızca sustuysan, yalnızca izlediysen, Kırmızı Pazartesi’nin kasaba halkından farkın kalmaz.
Ama eğer zulmü görüp adını koymadıysan — işte o zaman, bıçağı doğrudan eline almamış olsan da, kanın ortağısın.