Gazete Emek-Dr. Mustafa Peköz, "Türkiye'nin krizden çıkışı için yeni aktörler hazırlanıyor" başlıklı yazısında Türkiye'nin ekonomi, iç ve dış politikasına ilişkin tutumunu değerlendirdi. 

Mustafa Peköz,"Ekonomik kriz nedeniyle OHAL ilan edilebilir" iddialarına ilişkin  "AKP’nin seçimlere giderek seçim sonuçlarını kabul etmeme gibi bir lüksü yoktur. Ancak Olağan Üstü Koşulları ileri sürerek seçimlerin bir yıl ertelenmesini göze alabilir. Böylesi karar politik yenilgiyi erkene almak ve iç krize dayanan çatışmayı tetiklemektir." İfadelerini kullandı. 

Asgari ücret 4 bin 250 olarak açıklandı. Peköz, "Asgari ücretin 4250 TL olarak belirlenmesi küçük de olsa pozitif bir etki yaratabilir. Ancak kurdaki yüksek artış ve yüksek enflasyon bu etkiyi kısa sürede bitirir. AKP iktidarı çözümsüzlük içinde Çin’in modelinin kötü bir kopyası olarak  uygulamak istediği Türk Tipi ekonomik modelin maliyeti Ocak 2022 yılının sonunda doların 22 TL’nin üzerine çıkmasıdır. Dahası böyle bir tahmini değerlendirme yapılıyor. Bu seviyeye gelirse de kimse şaşmamalıdır." değerlendirmesinde bulundu. 

Peköz, kaleme aldığı yazısında şu ifadelere yer verdi: 

ULUSLARARASI İLİŞKİLERİ YANLIŞ OKUMA VE KÜRESEL GÜÇLERE KAFA TUTMA HAYALİNİN ÇÖKÜŞÜ 

"Cumhur ittifak olarak tanımlanan iktidar gücü, küresel güç ilişkilerini, dengelerini, belirlenen stratejileri hesaba katmadan kendisini küresel çapta bir güç görmeye başladı. AB’yi açıkça tehdit etti. İngiltere’nin AB’den ayrılma kararından sonra AB ile ilişkileri minimuma indir. Hatta AB’ne meydan okudu:  ‘Bu sizin daha iyi günleriniz’ dedi: AB’ne uyum yasalarını uygulamayı bir kenara bıraktı, yok saydı.  Ankara’daki iktidar, İngiltere’den sonra AB’nin dağılacağına kendisini inandırdı ve AB’ne üyelik stratejisinde vazgeçti. Uyum yasalarını hayata geçirme politikasını açıktan bir kenara attı. Türkiye’ye topladığı 5 milyona yakın göçmenle AB’nin tehdit etti. 5-6 milyar dolar için sınır kapılarını açarak göçmenleri Yunanistan ve Bulgaristan’a yönlendirdi. AB ile imzalanan AİHM Kararları başta olmak üzere ve uluslararası geçerliliği olan ‘bağlayıcı’ yasaların hiçbirini uygulamadı. İstanbul Sözleşmesinden de çekildi. 

Cumhur ittifakını temsil eden Erdoğan, ABD ile ilişkilerini doğrudan Trump üzerinde kişiselleştirerek yürütmeyi esas aldı. Böylelikle iki devlet arasındaki kurumsal ilişkiler iki liderin telefon ilişkilerine dönüşerek yürütüldü. Trump dostu Erdoğan’a bazen mektup göndererek bazen gece yarısı telefon açarak bazen de twitter üzerinde  tehdit ederek sorunları çözüyordu. Örneğin ‘Aptallık Yapma’ diye mektup gönderdi, twitter üzerinde ‘ekonomini mahvederim’  diye açıkça tehdit etti. Erdoğan’ın da zaman zaman Trump’tan Halkbank davası ile ilgilenmesi gibi bir kısım ricaları oldu.  Davanın savcısını görevde alsa da yapabildiği tek şey davanın karar sürecini ertelemek oldu. Trump, ABD Kongresi’nin S-400 kararları nedeniyle Türkiye’ye yönelik almış olduğu kararları esnekleştirdi.  Erdoğan, dostu olarak gördüğü Trump’ın kazanacağından çok emin olduğu için kendisinin de Türkiye’de  iktidarı garantileyeceğini düşündü.  Ancak beklediği olmadı ve kişisel ilişki kuramadığı Biden, ABD Başkanı oldu.

 Putin’in Erdoğan kurduğu ilişki tamamen Rusya’nın bölgesel çıkarlarını geliştirmek ve özellikle NATO ile Türkiye arasında oluşan  askeri-politik ilişkileri bir krize dönüştürmekti. Putin bu taktik politikasından başarılı oldu denebilir. Suriye’de Ankara’yı açıktan kontrol altına alan ve gerektiğinde Türk askeri birliklerine saldırılar yapan Moskova karşısında iktidar hiçbir reaksiyon gösteremedi. Putin, dostu Erdoğan’ı Soçi’de kabul ederken kapıda dakikalarca bekletmesi, diplomatik nezaketsizlik olarak değerlendirildi ama Ankara’dan bir ses çıkmadı. Türkiye’nin Rus turistlerinde yüksek beklentisi yine Moskova’nın ayarına takıldı sınırlı sayıda turistin Antalya’ya gelişine onay vardı. En büyük ihracatı olan sebze-meyveye de gerektiğinde ambargo uyguluyor. Böylelikle Moskova’nın Ankara politikasının stratejik olmayıp dönemsel olduğunu, ne uçağın düşürülmesini ne de Büyükelçinin öldürülmesini unuttuklarını hatırlatalım.

ANKARA’NIN İKİNCİ VAHİM HATASI; BÖLGESEL GÜÇ OLMA STRATEJİSİ HAYALİ 

Cumhur ittifakına dayanan iktidar 2011’den başlayarak sürdürdüğü bölgesel politikaları bugünkü krizin ikinci ayağını oluşturdu.  Libya küresel güçlerin saldırısına uğradı. Cumhurbaşkanı önce meydan okudu, birkaç gün sonra dostu Kaddafi'ye saldırı için üsleri açtı. NATO’nun yanında yer aldığını açıkladı. Yıllar sonra  Libya’nın iç savaş sürecine müdahil olmak istedi. Suriye’deki radikal İslamcı cihatçıları buraya taşıdı. Libya’nın geleceğinde söz sahibi olmak attığı adımlar ters tepti ve Ankara’nın uluslararası ilişkilerde çok daha fazla izole olmasına yol açtı.

Suriye’de güç olmak için doğrudan savaşa müdahil oldu. Öyle ki Esad rejiminin 6 ayda yıkılacağını ve Şam Emevi Camii'nde namaza duracağını bizzat o dönem başbakan olan Erdoğan açıkladı. İdlib, El bab, Afrin, Serekaniye bölgelerine askeri olarak müdahale etti. Bölgedeki radikal İslamcı örgütlerle yakın ilişki kurarak etki alanını pekiştirmeye çalıştı. Hatta El Bab’ı kendi toprağı görecek şekilde kaymakamlık açtı. Sonuçta Suriye’de tam bir çıkmazın içinde kaldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan ‘ya büyüyeceğiz ya küçülürüz’ tezini ortaya attı. Büyüme şansı olmadı ama dağılma olur mu bilinmez. Erdoğan ‘İdlib’i kaybedersek Hatay’ı kaybederiz’ dedi. İdlib fiilen  kaybedildi çekilmek için sadece zamana oynanıyor. Buna karşılık Esad rejimi, Şam’daki parlamentoda büyük bir olasılıkla Rusya ve İran’ın onayını da alarak ‘Hatay’ı Suriye topraklarında gösteren bir haritayı oy birliğiyle kabul etti.

İslam dünyasına liderlik etme hayalini kuran cumhurbaşkanı Erdoğan, önce Birleşik Arap Emirliklerini hedef aldı. Hatta BAE Emir’ini 15 Temmuz 2106 darbe girişiminin finanse ettiği iddiasıyla ‘hain ve şerefsiz’ ilan etti. S. Arabistan ile bölgesel rekabete girmek istedi ve başarısız kaldı.  Riyad  ile yaşanan politik sorunlar nedeniyle Krallık, Ankara’ya yönelik fiilen ekonomik ambargo uyguladı ve nispeten başarılı oldu.

Mısır’da MURSİ’ye yönelik  ABD onaylı SİSİ  tarafından gerçekleştirilen darbeye karşı haklı tepki  diplomatik ilişkilerin bütünüyle kopmasına yol açtı. SİSİ tarafından gerçekleştirilen darbe aynı zamanda Ankara’nın körfez bölgesine yönelik belirlediği stratejinin ciddi darbe almasına yol açtı. Mısır, Arap dünyanın ‘politik abisi’ olarak yeniden yönlendirici güç olarak ön plana çıktı. Mısır-BAE ortak bir Libya siyaseti oluşturarak Ankara’nın etki gücünü önemli oranda kırmayı başardılar. 

Ankara’daki iktidar son birkaç yıldır ‘Doğu Akdeniz’de güç olmak için yeni bir strateji geliştirmek istedi. Ancak bu strateji de beklenilen sonucu vermeden bütünüyle çöktü. Böylelikle Doğu Akdeniz’de oyun kuruculuktan oyun bozmaya yönelen Ankara artık oyunu da bozma gücü kalmadı.

İÇ POLİTİKADA GÜCÜ MERKEZİLEŞTİRMENİN BAŞARISIZLIĞI 

15 Temmuz 2016 tarihine kadar Gülen cemaatiyle ortak hareket eden AKP iktidarı, darbe girişimi karşısında şok yaşamasının ötesinde politik kimyası bozuldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, hem devleti hem de kendisinin koltuğunu isteyen Gülen’e  ‘Ne istedin de vermedim’ diye seslendi. Erdoğan’ın gerçekten iktidar gücü olmadığı, sanıldığı gibi devlet kurumlarını kontrol edemediği ortaya çıktı.

Darbe girişiminden sonra Türkiye’nin iç dinamiklerindeki dengeler kaçınılmaz olarak değişti. MHP’nin ısrarı ve yönlendirilmesiyle bütün gücün tek merkezde toplanması ve bürokratik devlet aygıtından tek elde hızla karar veren bir yapıya dönüştürülmesi için bugünkü cumhurbaşkanlığı sistemi getirildi. Böylelikle tek seçici güç gibi görünen Erdoğan’ın aslında gücünün hızla tüketilmesine zemin oluşturdu.

Devlet kurumlarının etkisizleştirilerek askeri, politik ve ekonomik ilişkilerin tek elden toplanması, iktidarı güçlendirmek için muhalefetin susturulması, toplumu yönetmek için de  medyanın denetim altına alınması gibi demokratik-hukuksal değerlerin ortadan  kaldırılmasına yönelik adımlar kalıcılaştı. MHP ile kurulan zorunlu ilişki bir bakıma Bahçeli’nin iktidara yön vermesine yol açtı. Politikayı belirleyen Bahçeli, uygulayan Erdoğan  algısı ön plana çıktı. Ancak tek merkezli gücün iktidarı çok daha kolay yöneteceği düşüncesi inandırıcılığını kısa sürede kaybetti ve  bugünkü politik-ekonomik krize zemin hazırladı. Yönetememe algısı ön plana çıktıkça anti demokratik uygulamalar çok daha fazla arttı.

Hukuksal normlar ve demokratik değerler  bir kenara atıldı ve  ‘dini referanslar üzerinde bir çözüm bulma sürecine girildi. Diyanet İşler Başkanının gündelik politik yaşamın içinde görünür kılınması, toplum üzerinde psikolojik bir yönlendirme çabası olarak görüldü ama bu politika da başarılı olmadı. Diyanet İşler Başkanlığının güvenirliği de hızla zayıflamaya başladı.

KURUMSAL YAPILARIN İŞLEVSİZLİĞİ VE EKONOMİK KRİZİN ŞİDDETLENMESİ 

Küresel çaptaki izlenen yanlış politikalar, bölgesel stratejilerin başarısız kalması, iç politikada hukuksal ve demokratik değerlerin  tahrip edilmesi, kurumsal yapıların işlevsizleştirilmesi gibi faktörler küresel sermayenin güvenini önemli oranda sarstı. Erdoğan merkezli iktidarın küresel güçlerle boyuna aşan çatışma ve rekabete yönelmesi,  uluslararası ilişkilerde bilerek ve isteyerek yarattığı kriz, ekonomik dengeleri yavaş yavaş ama etkisini hissettirir şekilde olumsuz yönde etkilemeye başladı. İç politik istikrarsızlık doğal olarak küresel sermayenin akışını durdurdu. Sıcak para olarak tanımlanan hareket halindeki küresel sermayenin ülkeden hızla çıkması,  stratejik üretim alanlarına küresel sermayenin yatırım yapmaması, hatta stratejik şirketler için satış kolaylığı sağlanmasına rağmen beklenilen ilgiyi görmemesi, ekonomik göstergeleri etkiledi.  Kurumların bütünüyle işlevsizleştirilmesi, bürokratların görevden alınması-atanması politik ilişkilerin doğrudan bir parçası haline gelmesi,  küresel sermayenin gelmesini engelleyen başka faktörler olarak sıralanabilir.  Aynı şekilde Ankara’nın ekonomik sorunları aşmak için gayri resmi onay verilen  ‘Narko-Ekonomiye’  yönelik hamleler Sedat Peker tarafından deşifre edildi.

Tek merkezli yönetimi gücü krize stratejik çözümler bulmak yerine anlık/geçici politik kararlarla yol almaya çalıştı. Son olarak Çin modelinin Türkiye versiyonu olarak belirlenen ekonomik politikanın başarılı olamayacağı, çıkmazdan kaynaklanan umutsuz bir hamle olduğu bir aylık uygulamada anlaşıldı. Düşük ücret, ucuz üretim, düşük faiz, yüksek enflasyon ve yüksek döviz kur uygulamasıyla kalkınma ve büyüme merkezli izlenen politikanın başarılı olmayacağını görmek için ‘ekonominin kitabını yazmaya’ gerek yok.

 TÜRKİYE NEYLE KARŞI KARŞIYA

Birincisi, Biden yönetimi  AKP iktidarının meşrulaştırılmasına yönelik hiçbir yeşil ışık yakmıyor. Halk Bankası davası süreci yeniden  başlatılacak. Biden yönetiminin Ankara’nın önüne koyduğu yol haritasına uygun davranmadığı sürece politik ilişkilerin bir üst aşamaya çıkarılması söz konusu olmayacak.  Politik kararların ekonomik yansımaları çok daha  sert olacak

İkincisi, AB, Türkiye ile müzakereleri dondurma kararı aldı. Avrupa Konseyi 19 Ocak’a kadar AİHM Kararlarının uygulanması için süre verdi. Müzakerelerin durdurulması kararı ekonomik ilişkileri ciddi oranda etkileyecektir.

Üçüncüsü, Ankara, daha önce ‘hain’ ilan ettiği BAE ile barışarak ekonomik avantaj elde etme çabası beklenen sonucu vermedi. BAE sıcak para transferinden  çok ASELSAN gibi şirketlere ortaklık önerisini ön plana çıkarıyor. Yani karlı şirketlere yatırım. Katar ile ilişkileri geliştirme sadece yazılı anlaşmalarda kaldı. Yeni SWAP anlaşması imzalamadı ama mevcut olanın sürecini uzattı. Doları da 24 TL den hesaplandığı belirtiliyor. S.Arabistan ile barışıp para transfer etme yakın gelecekte sonuç verecek gibi görünmüyor.

Dördüncüsü, Türkiye, kara para akladığı ve radikal İslami örgütleri finanse ettiği gerekçesiyle takip edilmek üzere GRİ listeye  alındı.

Beşincisi, Türkiye’de demokratik değerlerin ve hukukun işlemediği gerekçesiyle,  ABD’de Biden yönetiminin topladığı 9-10 Aralık’taki ‘Demokratik Zirvesi’ne davet edilmemesi, otoriter rejime yönelen Erdoğan iktidarına verilen bir mesaj olarak değerlendirildi.

Sonuç: Türk tipi demokrasi-hukuk ve Türk tipi başkanlık sistemine paralel olarak Türk tipi Ekonomik sistemi uygulanmaya başlandı.  Bu üç sistem birbirini tamamlar şekilde başarısız oldu denebilir. Bu nedenle Ankara’daki güç dengeleri tahmin ettiğinizden çok daha fazla ve hızlı değiştirecektir.

Tezkerenin iki yıllığına uzatılması ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ekonomik kriz nedeniyle ‘ikinci milli kurtuluş savaşı başlatması’ esasen sorunların Olağan Hal Koşulları içerisinde  çözebileceği mesajını da içeriyor.

AKP’nin seçimlere giderek seçim sonuçlarını kabul etmeme gibi bir lüksü yoktur. Ancak Olağan Üstü Koşulları ileri sürerek seçimlerin bir yıl ertelenmesini göze alabilir. Böylesi karar politik yenilgiyi erkene almak ve iç krize dayanan çatışmayı tetiklemektir. Ne küresel dengeler ne de devlet aklı böyle bir yönelime izin verir.

Asgari ücretin 4250 TL olarak belirlenmesi küçük de olsa pozitif bir etki yaratabilir. Ancak kurdaki yüksek artış ve yüksek enflasyon bu etkiyi kısa sürede bitirir. AKP iktidarı çözümsüzlük içinde Çin’in modelinin kötü bir kopyası olarak  uygulamak istediği Türk Tipi ekonomik modelin maliyeti Ocak 2022 yılının sonunda doların 22 TL’nin üzerine çıkmasıdır. Dahası böyle bir tahmini değerlendirme yapılıyor. Bu seviyeye gelirse de kimse şaşmamalıdır.

Cumhur ittifakının oluşturduğu AKP-MHP iktidarı için politik olarak yolun sonuna gelindi. Türkiye’de yeni politik aktörlerin  ön plana çıkmasının koşulları artık oluştu. Hem uluslararası küresel ilişkiler hem de devlet bu sürecin nesnel zeminin hazırlamaya başladı." 

Editör: TE Bilişim