Fatih Altaylı kişisel Youtube kanalında “Yorumlayamıyor” serisine gönderdiği mektupta bir kez daha gazeteciliğin değil, ucuz provokasyonun yolunu seçti. Öcalan ile Selahattin Demirtaş arasında sözde bir rekabet veya kıskançlık varmış gibi konuşuyor, sanki bir siyasi analiz yapıyormuş gibi görünüyor ama aslında yaptığı şey basit: fitne üretmek. Bu sözler, hem tarihsel olarak temelsiz, hem siyasal olarak boş, hem de kasıtlı bir manipülasyondur.
Altaylı’yı uzun yıllardır tanıyoruz. Dün söylediğini bugün inkâr eden, dün övdüğünü bugün yerin dibine sokan bir medya figüründen söz ediyoruz. Bir dönem iktidarın sözcüsü gibi davranıp manşetler atan Altaylı, rüzgâr tersine dönünce bu kez muhalif kılığa büründü. Bugün de DEM Parti ve Selahattin Demirtaş hakkında, hiçbir dayanağı olmayan senaryolarla ortaya çıkıyor. Dün başka birilerini hedef gösteriyordu, bugün başka birilerini. Bu tutarsızlık artık bir alışkanlığa, hatta bir mesleki refleks haline gelmiş durumda.
Öcalan ile Demirtaş’ı karşı karşıya getirmeye çalışmak, siyasi akılla değil, kötü niyetle açıklanabilir.
Çünkü herkes biliyor ki Selahattin Demirtaş, 2000’li yıllarda başlayan, Türkiye’nin demokratik siyaset sahnesinde halkın oylarıyla güç kazanmış, meşruiyetini sandıktan almış bir liderdir.
Abdullah Öcalan ise 1970’lerin sonlarından itibaren şekillenen Kürt hareketinin kurucu ve ideolojik liderliğini üstlenmiş; bu liderlik, bireysel hırs veya rekabet üzerinden değil, tarihsel ve toplumsal bir rol üzerinden tanımlanmıştır. Bu iki konum birbirini dışlayan değil, tamamlayan ve tarihsel olarak farklı düzlemlerde var olan konumlardır. İkisini yan yana getirip bir “liderlik yarışı” kurgulamak, ancak dışarıdan bakan bir manipülatörün hayal gücünün ürünü olabilir.
Altaylı’nın sözlerinin siyasal bağlamdaki karşılığı, klasik bir “böl ve yönet” stratejisinden ibarettir.
Türkiye siyasi tarihinde, özellikle 1990’larda, Kürt siyasal hareketine karşı yürütülen psikolojik harp ve medya kampanyaları, hareketin içinden farklı figürleri karşı karşıya getirmeyi, sahte krizler üretmeyi ve tabanda moral bozukluğu yaratmayı hedeflemiştir. O dönemde, gazete manşetleri ve televizyon ekranları üzerinden yürütülen bu operasyonlar, hareketin sosyal tabanını zayıflatmak yerine çoğu zaman ters tepmiş, toplumsal hafızada bir “direniş ve birlik” duygusunu pekiştirmiştir.
Bugün Altaylı’nın kullandığı dil, bu tarihsel örneklerin güncellenmiş bir versiyonundan ibarettir; fark, artık bu tür manipülasyonların sosyal medya çağında daha hızlı teşhir edilmesidir.
Daha da çarpıcı olan ise şu: Fatih Altaylı, yıllardır her fırsatta gazetecilik ve etik dersi vermeye kalkar ama kendi pratiği bunun tam tersidir. Gerçekleri eğip büken, asılsız iddiaları dolaşıma sokan, gündemi manipüle eden bu medya figürü, hakikatten uzak bu açıklamalarla gün gün kendi itibarını tüketmektedir. Bugün yaptığı açıklamalarla, bir kez daha hem toplumsal barışa hem de demokratik siyasete zarar vermeyi seçmiştir. Ama tıpkı geçmişte olduğu gibi, bu sözler de tarihin çöplüğünde yerini alacak; geriye halkın iradesi, mücadelesi, hakikati ve demokrasi umudu kalacaktır.