*’’25/12/2025-Adana'nın Yüreğir ilçesine bağlı Seyhan Mahallesi'nde meydana gelen olayda, cinnet getirdiği iddia edilen bir baba, biri kız biri engelli erkek olmak üzere iki çocuğunu öldürdükten sonra kendi yaşamına son verdi.’’

Haber böyle geçti ajanslara.

Birkaç satır, birkaç kelime…

Ama o kelimelerin ardında, yarım kalmış bir ev vardı.

Akşam olmuştu.

Belki sofrada tabaklar duruyordu.

Belki televizyon açıktı ama kimse gerçekten izlemiyordu.

Belki çocuklardan biri bir şeyler anlatıyordu, diğeri sessizce dinliyordu.

Bilmiyoruz.

Ama bildiğimiz bir şey var:

O evde, kimsenin duymadığı bir çöküş yaşanıyordu.

Adana’da bir evde iki çocuk hayatını kaybetti.

Biri daha 15 yaşında bir kız çocuğu.

Diğeri engelli bir erkek çocuk.

Ardından bir baba…

Ve geriye, kelimelerin bile dolduramadığı bir sessizlik kaldı.

Bu bir haber değil aslında.

Bu bir trajedi.

Bu, gözümüzün önünde yavaş yavaş çöken bir hayatın hikâyesi.

Biz buna genelde “cinnet” diyoruz.

Sanki bir anda olmuş gibi.

Sanki ortada hiçbir işaret yokmuş gibi.

Oysa böyle şeyler bir anda olmaz.

Hüseyin Nazlı yazdı: Türkiye, Kürtlerle Ortadoğu’da büyük barışı inşa etmek zorunda
Hüseyin Nazlı yazdı: Türkiye, Kürtlerle Ortadoğu’da büyük barışı inşa etmek zorunda
İçeriği Görüntüle

Bu, yıllarca biriken yorgunluğun, çaresizliğin, yalnızlığın sonucudur.

Kimsenin görmediği, duymadığı, el uzatmadığı bir birikim…

Kim bilir o baba kaç gece uykusuz kaldı.

Kaç kez “Ben bunu tek başıma yapamıyorum” diye düşündü.

Kaç kez yardım istemek istedi ama utanıp sustu.

Engelli bir çocukla yaşamak kolay değil.Yalnız bir baba olmak kolay değil.

Hayata tek başına tutunmaya çalışmak hiç kolay değil.

Ama biz ne yaptık?

Çoğu zaman hiçbir şey.

Komşu olarak bakmadık.

Devlet olarak yeterince duymadık.

Toplum olarak hissetmedik.

Sonra da “nasıl olur?” diye sorduk.

Oysa bu hikâyeleri artık çok sık duymuyor muyuz?

Bir ev…

Bir aile…

Bir felaket…

Bir süre üzülüyoruz, sonra hayatımıza devam ediyoruz.

Ama gerçek şu ki bu bir tesadüf değil.

Bu, yavaş yavaş büyüyen bir çürüme.

İnsanların yalnızlaştığı, yüklerin tek başına taşınmaya zorlandığı,

“Ben varım” demenin bile zorlaştığı bir çürüme…

Ve en acısı da şu:

Bu yükün altında en çok çocuklar kalıyor.

O iki çocuk bugün hayatta olabilirdi.

Birinin hayalleri, diğerinin gülüşü olabilirdi.

Bir yarınları olabilirdi.

Ama olmadı.

Çünkü geç kaldık.

Çünkü görmedik.

Çünkü birbirimize yabancılaştık.

Belki de artık şunu kabul etmemiz gerekiyor:

Bir ülkede insanlar bu kadar yalnızsa, bu bireysel bir mesele değildir.

Bu hepimizin payı olan bir utançtır.

Ve o evde kalan sessizlik, aslında hepimize sorulmuş bir sorudur:

“Beni neden kimse duymadı?”