Engin Okuducu yazdı
Türkiye’de bugün yaşanan siyasi dalgalanmalar sıklıkla liderlerin kişisel hesapları, seçim taktikleri veya gündelik siyasi çekişmelerle açıklanmaya çalışılıyor. Oysa olup bitenlerin arka planında çok daha derin bir tarihsel kırılma ve uzun süredir biriken yapısal bir dönüşüm yatıyor. Devletin yaklaşık otuz yıldır taşıdığı iki temel paradigma arasındaki mücadele, son yıllarda sertleşerek yeniden görünür hâle geldi. Bu çatışmanın merkezinde yalnızca Kürt meselesi değil; devletin kendisine dair yön arayışı, Erdoğan’ın temsil ettiği siyasal kimlik ve Ortadoğu’daki hızlı güç değişimleriyle Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı yeni konumlanma yer alıyor. Bahçeli’nin son dönemdeki özgüveni ile Erdoğan’ın belirgin tereddüdü, aslında bu derin dönüşümün siyaset sahnesine düşen gölgelerinden ibaret.
Soğuk Savaş sonrası Türkiye, devlet içinde iki ana eksen arasında gidip geldi. Birinci eksen, Batı tipi demokrasiye, hukuka, kurumsallaşmaya ve ekonomik rasyonaliteye dayanan modernleşmeci çizgiydi. Bu çizgiye göre Türkiye’nin ayakta kalabilmesi, demokratik standartların yükselmesi, hukuk devletinin güçlenmesi, ekonominin öngörülebilir bir zemine oturması ve özellikle Kürt meselesinin barışçıl, siyasal yöntemlerle çözülmesiyle mümkün olabilirdi. Avrupa Birliği reformları, sivilleşme çabaları, çözüm süreci gibi adımlar, bu modernleşmeci paradigmanın Türkiye’deki en somut izleriydi. NATO içinde yeni güvenlik mimarisine uyum ve küresel düzenin dönüşümü de bu iki çizgiyi son otuz yılda daha belirgin hâle getirdi.
Karşısındaki ikinci paradigma ise devletin tarihsel reflekslerine dayanan güvenlikçi
gelenekti. Bu anlayışa göre ilerleme, devletin bekasının ardından gelen bir ayrıntıydı. Devlet güçlü olmalı, merkezi otorite sarsılmamalı, askeri ve güvenlik kapasitesi her şeyin önünde durmalıydı. Hukuk gerektiğinde askıya alınabilir, siyaset bastırılabilir, toplumsal çeşitlilik kontrol altında tutulabilirdi. Avrasyacı yönelimler, otoriterleşme eğilimleri, anayasayı devreden çıkaran uygulamalar ve Kürt meselesinde şiddet temelli politikalar, bu çizginin pratikteki karşılığı oldu. İki paradigma arasındaki en sert çatışma alanı da Kürt sorunu oldu:
Modernleşmeciler için bu sorun çözülmeden Türkiye’nin demokratikleşmesi ve ekonomik büyümesi mümkün değildi; güvenlikçi çizgi içinse Kürt meselesi, varlık-yokluk sınırında bir meseleydi ve devletin elini güçlendiren her yol meşru kabul ediliyordu.
Bu yapısal gerilimin tam da bu safhasında, 2000 sonrası Abdullah Öcalan’ın geliştirdiği
Demokratik Ekolojik ve Kadın Özgürlük paradigması, devlet içindeki çatışmayı daha görünür hâle getirdi. Bu paradigma yalnızca Kürt özgürlük hareketinin ideolojik
dönüşümünü değil, aynı zamanda askeri, toplumsal ve siyasal yapılanmasını da köklü
biçimde yeniden şekillendirdi. Ortadoğu’da, özellikle Suriye’de inşa edilen özyönetim
deneyimleri, kadın özgürlükçü örgütlenmenin uluslararası düzeyde kazandığı meşruiyet ve Kürt hareketinin IŞİD’e karşı elde ettiği askeri başarılar, bölgesel siyasette yeni bir denklem yarattı. Modernleşmeci çizgi bu tabloyu bölgesel bir fırsat ve istikrar zemini olarak okurken, güvenlikçi paradigma bunu devletin bütünlüğüne yönelen bir tehdit olarak gördü. BöyleceKürt meselesi, devletin içindeki paradigmasal çatışmayı daha da derinleştirdi.
Bu paradigmatik gerilimin siyasal yüzünde Erdoğan’ın durduğu yer belirleyici oldu.
Erdoğan’ın temsil ettiği siyasal İslam, Osmanlıcı bir gelenekten beslenen bir dünya görüşüne sahip. Bu gelenek, demokrasi, eşitlik ve özgürlük gibi kavramlara çoğu zaman mesafeli durur; bu kavramları kendi kültürel çerçevesi içinde yeniden yorumlar. Erdoğan’ın dünyasında Kürt meselesi, toplumsal bir hak talebi değil, ümmetin bütünlüğünü ve devletin otoritesini tehdit eden bir farklılaşmadır. Bu nedenle çözüm sürecine girse de orada kalıcı bir kararlılık gösteremedi. İktidarın sunduğu avantajlar, devlet içindeki güç dengeleri ve
milliyetçi bloklarla kurduğu ortaklıklar, onu güvenlikçi çizgiye yaklaştırdı.
2023 sonrası kurduğu strateji de bunu gösteriyordu: MHP’yi kendi ihtiyaçlarına göre biçimlendirmek, sağ-milliyetçi unsurları kendi çatısı altında toplamak ve muhafazakâr- milliyetçi bir megablok oluşturarak iktidarı kalıcı hâle getirmek. Ancak devlet içindeki
modernleşmeci yönelim ve Ortadoğu’nun hızlı dönüşümü, bu planı sürdürülemez hâle
getirdi. Erdoğan bir kez daha devletin yeni aklının zorladığı yönelimlere ayak uydurmak
zorunda kaldı.
Bu nedenle Bahçeli’nin cesareti yalnızca kişisel bir özellik değil, devlet içindeki
modernleşmeci çizginin söz söyleyen yüzü olarak da görülebilir. Devletin bazı odakları,
güvenlikçi döngüyü sürdürmenin ekonomik ve jeopolitik açıdan artık taşınamaz olduğunu fark ediyor. Kürt sorununun çözümsüz bırakılması, Türkiye’nin içeriden çürümesine ve dışarıda etkisizleşmesine yol açıyor. Bu nedenle Bahçeli gibi milliyetçi refleksleri ağır basacak bir figür bile daha “açıcı” bir pozisyona yerleştirilebiliyor.
Gözden kaçmaması gereken bir başka önemli nokta, bu dönemde yalnızca devlet ile Kürtler arasında değil, devlet ile Erdoğan arasında da bir müzakere yürütülüyor olmasıdır. Devletin Erdoğan’a karşı en büyük kozu, onun siyasi yaşamının sürdürülebileceği yolları kontrol
etme yeteneği; Erdoğan’ın kozu ise kitlesel desteği ve toplumsal hâkimiyeti, ayrıca devletin en çok ihtiyaç duyduğu şey olan istikrar görüntüsü. Türkiye gibi istikrarsızlığın domino etkisi yaratabileceği bir coğrafyada bu koz altın değerinde. Bu nedenle Erdoğan yeni çizgiye tamamen angaje olamıyor; devlet içindeki bazı fraksiyonlar ise Erdoğan üzerindeki baskıyıdikkatle ayarlamak zorunda kalıyor. Ortaya, Bahçeli’nin cesareti ile Erdoğan’ın temkinliliği arasında belirgin bir asimetri çıkıyor.
İçeride yaşanan bu süreçler sürerken, Ortadoğu adeta Türkiye’yi zorlayacak hızda
dönüşüyor. Irak ve Suriye’de uluslararası güçler tarafından çizilen rotalar sürse de sahada hâlâ büyük belirsizlik var. Bu durum, özellikle Kürtlerin bölgesel istikrar unsuru olarak görülmesini güçlendiriyor. Bağdat merkezi otoriteyi yeniden toplarken, Kürdistan Bölgesel Yönetimi uluslararası sistemde daha görünür bir aktör hâline geliyor.
ABD ve Avrupa, artık Iraklı Kürtleri bölgesel istikrarın ana unsurlarından biri olarak kabul ediyor.Suriye’de Rojava özerk yönetimi, Türkiye’nin diplomatik karşı çıkışlarına rağmen uluslararası meşruiyet kazandı.
ABD, bu yapıyı uzun vadeli bir ortak olarak konumlandırıyor. Türkiye sahada askeri kontrol sağlıyor gibi görünse de bunu siyasi bir çözüme dönüştürmekte zorlanıyor. Rusya’nın baskısı artıyor, ABD’nin pozisyonu Türkiye’nin hareket alanını daraltıyor.
İran ise hem içeride patlamaya hazır toplumsal huzursuzluk hem de bölgesel kuşatma nedeniyle zorlu bir dönemde. İsrail-İran gerilimi bölgeyi yeni bir savaş eşiğine getirirken, İran’ın gücü sınırlarını görünür hâle getiriyor.
Bu tablo Türkiye’ye açık bir mesaj veriyor: Kürt sorununu çözmeden, ekonomiyi rayına
oturtmadan ve güvenlikçi döngüden çıkmadan bölgesel güç olmak artık mümkün değil.
Devlet içindeki modernleşmeci paradigma, çözümü bir tercih değil zorunluluk olarak
görüyor. Bugün yaşanan tartışmalar, küçük siyasi hesapların değil, devletin uzun vadeli
varlığına dair köklü bir muhasebenin sonucu. Bahçeli’nin “cesareti” ve Erdoğan’ın “çekingenliği” bu büyük tablo içinde anlam kazanıyor.
Sonuçta belirleyici olan, iki liderin anlık tutumları değil, devletin hangi paradigma etrafında kendini yeniden şekillendireceğidir. Bu karar yalnızca Türkiye’nin iç siyasetiyle sınırlı kalmayacak; Ortadoğu’nun gelecekteki dengelerini de derinden etkileyecek büyüklükte bir tercih olacak.