Gazete Emek-    Din ve siyaset ilişkisini ‘‘kutsal’’ kavramı çerçevesinden değerlendiren birkaç sayfalık yazı yazmanın zorluğu; konunun temas ettiği alanları düşünürsek hep bir açıdan eksik bir yazı olmasıdır çünkü; kutsallık tanrı kavramından bile daha eski bir olgudur. Kutsallık, spesifik anlamda din ve tanrı ile özdeşleştirilmiş olsa da seküler aklın da bulaşabileceği bir olgudur. Ayrıca kavram sıradan bir dindarın, teologun, felsefecinin ve sanatçının bilişsel dünyasında çok farklı anlamlara gelebilmektedir. Tarihsel olarak ise kutsal, çoğunlukla benzer bir tecrübe olsa da kutsalın tezahürleri sürekli biçim değiştirmiştir. Yazıda iktidarı ve dindar bireyi, daha çok ‘‘hastalıklı dindar bilinç’’ açısından eleştirel olarak ele alsam da dini dünyasını bilinç boyutunda irdeleyerek kendi dünyası ile dış dünya arasında makul bir denge oturtmuş, rotasını ezilenden yana çizmiş, kralların sofrasında göbek büyütmemiş dindarların olduğunu da bilmemiz gerekir. 
       

 Kutsallığın, üzerinde mutabık kalınan bir tanımı yapmak zordur. Dinler tarihi araştırmacıları çalışmaları içinde ‘‘kutsal’’ ı irdelemeye çalışmışlar. Kavramı sosyolojik olarak ele alan Emile Durkheim’ e göre; toplum, dinden beslenmekle beraber onun doğasını kuşatır ve yeniden üretir. Kutsal ise dini davranışı düzenleyen dinamik görevi görür. Ve kutsal, nesnenin kendisinde değil ona kutsallık veren insan bilincinde yaşar. Durkheim’ in kutsallık teorisi, evrene dair edinilen bilginin sosyal olarak nasıl inşa edildiğini açıklayan bir kuramdır. Rudolf Otto ise Durkheim’ in aksine nesneyi anlamlandırma sürecinin sadece bilişsel olmadığını, nesnede tezahür eden ama tarif edilemeyen ve kavramsal olarak dil ile aktarılamayan aşkın bir güç olduğunu ifade eder. Kutsal olan, bu aşkınlığı mistik olarak tecrübe etmektir. Dini oluşturan ve yapılarını belirleyen temel öğe kutsalın tecrübesidir. Otto’ nun burada kutsal kavramını mana (nesnenin içinde bulunduğu düşünülen büyüsel güç) modelinden yola çıkarak geliştirdiği düşünülüyor. Mircea Eliada ise kutsalı yine kutsala referansla       ‘‘kutsal olmayan’’ diye tanımlamaktadır. Ayrıca kutsalı, tüm dini fenomenlerin kaynağındaki olgu olarak ele almıştır. Kutsalın tezahürlerini (hiyerofani) farklı dinlerde karşılaştırmalı olarak incelemiş bununla beraber kutsal ve profan(dindışı) ayrımına giderek kutsal olanın kozmos olduğunu belirtip ‘‘düzen’’ fikrini de bu çerçeve de üretmiştir. Daha ilkel dönemlere gidersek, ‘‘kutsal’’ olanın ortaya çıkışının insanın henüz çok yabancısı olduğu doğa karşısında kapıldığı korku ve sevgi gibi ikircikli duyguların uyandırdığı saygı hali ile ilişkisi olduğunu görürüz. Bugün kendisini kutsallaştıran iktidarlar da kitlelerde sevgi ve korku yaratarak onları yönetmektedir. İktidarın kendisinde sevgiyi ve korkuyu aynı anda var ettiği bir birey köle-efendi diyalektiğine hapsolur. İktidarlar, bireyin ‘‘kutsal’’ karşısında hissettiği aşkın tecrübeyi, toplumsal alan içerisinde düzen kurmak adına yeniden inşa ettiklerinde, kavram süreç içerisinde ‘‘bütünlüğü bozulamaz, eleştirilemez, dokunulamaz, üzerine titrenilmesi gereken, saygı duyulması gereken, düzene ait olan’’ gibi karşılıklar üretir. Bir diğer husus ise kutsalın tezahürlerinin tarih içerisindeki değişimidir. İlkel toplumlarda bitki, hayvan, kabile şefi ve büyücü kutsal kabul edilirken bugün din, aile, vatan, liderler ve bunlara ait nesneler kutsal değerleri oluşturmaktadır.
     

   Kutsal olanın karşısında hissedilen aşkınsal gerçek, bize dış dünyanın bilgisini vermez. Bunun için bize lazım olan ampirik yöntemdir ama dindar bilinç, düşünceyi dergahından kovduğundan beri dış dünya ile bağlantısını kaybettiğinden, nesneyi kendi gerçekliği içinde kavrayamayan ve değiştiremediği derisinin içine hapsolarak orada çürüyen hastalıklı dindar bireyler ortaya çıkarmıştır. Zamanın ruhunun kendisini teğet bile geçmediği bu bilinç, sürekli korku içerisinde öteki ile arasında keskin sınırlar oluşturur.  Ayrıştırıcı dinsel politikalar da bu bakımdan toplumda keskin sınırlar oluşturmuştur. Bu politikalarının bireylerde yarattığı psikolojik etkilerinden dolayı, insanların paylaşımda bulunabileceği, ortak birliktelikler geliştirebileceği gri alanlar gittikçe yok olmaktadır. Bu birey kendisine en yakın olana, kendi bedenine bile yabancılaşan, onu kirli gören hatta ondan korkan ve bu korkularından erdem üreten bir anlayış geliştirir. Sürekli eril öğretilere maruz kaldığından  kadını, kendi gerçekliği içinde okuyamarak, ona ‘‘kutsal annelik’’ rolü vererek, ahlaki bir neslin yaratıcısı ile düzen bozucu arasındaki uçuruma hapseder. Aldığı eğitim kıssalardan hisse’ nin ötesine geçmediğinden entelektüele evdeki yabancı gibi bakan, sanattan, evrensel değerlerden, en temel insani haklardan bihaber hastalıklı bu bireyler, din ve siyaset ilişkisi içerisinde yoğrulduğunda, tek hareket kaynağı ‘‘hınç’’ olan bir birey gerçekliği ile karşı karşıya kalırız. İçine doğduğumuz toplumda kutsal ile ilişkilenme biçiminden sıyrılmak neredeyse bilinçdışı düzeyde çok zordur. Bu yüzden Seküler, solcu, anarşist bireyler bile felsefi anlamda olmasa da ilişkisel anlamda günlük pratiklerinde dindarlığı/kutsallığı yaşamaya devam etmektedir. 
       

  Kavramın, iktidara bakan yönündeyse kutsal değerlerle toplumda sabiteler oluşturup bu sabitelerle toplumsal düzeni var etmesi vardır. İktidarlar, bu kutsal değerleri kendi kitlelerini bir arada tutmak amacıyla kullanır. Bu değerler çoğunluğun benimsediği ve iktidarın kendisine dayandığı meşru anlayışın dışında kalanların tepesinde demoklesin kılıcı gibi sallanıp dururlar. İktidardakiler sürekli ‘’Din üzerinden siyaset yapılmasına karşıyız’’ ve ya ‘’biz kimsenin inancına düşüncesine karşı değiliz.’’ İfadeleriyle cümleye başlar ama diye devam ederler. Ülkede bugün itibariyle devletin bütün kurumlarına sirayet etmiş ve spesifik olarak belli bir dinin hatta o din içerisinde belli bir mezhebin dünya görüşünü benimseyen çoğunluğa göre; bu cümlelerde din ve siyaset ilişkisi açısından bir sorun yoktur çünkü; din siyasallaşıp kurumsal bir kimlik kazandığında lider/kral/padişah/imparator artık yeryüzünde tanrının gölgesi gibi ünvanlar alır. Kanun-i Esasinin 5. Maddesinde ‘‘Zatı Hazreti Padişahinin nefsi hümayunu mukaddes ve gayri mesuldür.’’ der. Artık onun hikmetinden sual olunmaz. İlmik ilmik kutsallığı dokunan, tanrının yeryüzündeki temsilcisi ‘’olması gereken’’i en iyi şekilde yapmaktadır. Bu yüzden, din üzerinden siyeset yapılması hakim dini anlayış taraftarlarınca ‘‘görülmeyen’’ öteki inanca sahip olanlar yada herhangi bir inanca sahip olmayanlar tarafından ise sürekli canlı kanlı hissedilen bir olguya dönüşür. Ötekiler, cümlenin ama’ sından sonra gelenlerdir. Kutsal değerler etrafında oluşturulmak istenen ‘‘düzen’’ in dışında kalan bu kesim, sürekli tehdit olarak görülecektir. 
       

Din, bilimsel açıdan nesneyi tikel olarak inceleyen ve nedensellik içerisinde açıklamaya çalışan bilim, evreni kendi yöntemleri ile anlamlandırmaya çalışan, felsefe ve sanat karşısında kendi dünyayı anlama biçimini otorite olarak kurar. Ve bir iktidar aygıtı olan üniversitelerde, akademik kadro ve ders müfredatları anlamında, bu otoriteden nasibini almaktadır. İlahiyatın ders müfredatından felsefenin çıkarılması yetmiyor evrim de çıkarılıyor. Eğitim yavaş yavaş dinselleştiriliyor. Tarihsel süreçte dinlerin, bilim insanlarına yaptığı akıl almaz işkencelerse artık hepimizin malumu. Yakılan Giordano Bruno, giyotinle idam edilen Antoine Lavoisier ve İskenderiyeli Hypatia. Zamanın psikoposu Cyril, Hypatia'nın çalışmalarından rahatsız olmuş ve insanları bu yönde kışkırtmıştır. “Kadın sessizliği ve uysallığı öğrenmelidir. Kadının ne ders vermesine ne de erkeğin üzerinde yetki sahibi olmasına izin vermeyeceğim. Suskun olacak ve sessiz kalacaktır. Çünkü önce Âdem, sonra Havva yaratılmıştır” sözleri ile Hypatia’ nın ölüm emrini vermiştir. Bu sözlerden kısa zaman sonra Hypatia, kalabalık bir grup tarafından sokaklarda sürünmüş, taşlanarak acımasızca öldürülmüş üzerine cansız bedeni ateşe verilmiştir. Burada Afganistanlı Müslüman bir kadın olan Farkhunda Malikzada’nın hikayesini anmayı kendime bir borç bilirim. Farkhunda, türbenin birinde muska satan satıcıya dinde bunun bir yerinin olmadığını söylemesi üzerine türbeden kovulur. Bir ay sonra tekrar aynı türbede aynı satıcıyla karşılaştığında satıcı, birkaç parça kağıdı yakarak etrafındakilere bağırır "Kadın Kur'an'ı yaktı, Siz nasıl Müslümanlarsınız? Gelin, dinimizi savunun!" bunun üzerine toplanan kalabalık kadını tekmeler, çatıdan aşağı atar, üstünden arabayla geçer ve benzin döküp yakarak öldürürler. Zaman, mekan ve şahsiyetler değişse de bu tarz örnekler hiç değişmedi. Ve her gün denk geldiğimiz buna benzer örnekler birçoğumuz açısından yüzleşmemiz gereken bir gerçeklik olarak önümüzde duruyor.
     

 Genel olarak ele aldığım ‘‘kutsal’’ eleştirel yaklaştığım bu yazının varmak istediği nokta, bireysel ya da toplumsal ilişkilerimizde kıymete değer hiçbir şeyin olmadığını vurgulamak değildir. Değerli gördüğümüz bir olgunun karşısında hissettiğimiz yüce duygunun insanda bir eyleme kudreti oluşturduğunu da göz ardı etmiyorum. Sadece bu yüce duygunun, gayet doğal ve insani olduğunu üstelik ilmi bir araştırmanın konusu olabileceğini ifade etmek istiyorum. Tıpkı bir sanatçının, kendi başına anlamı olmayan unsurları kendi tinsellikleri (ruhları) içerisinde yoğurarak ona aşkın bir anlam verdiği tablosunun karşısında kendimizden geçmemiz gibi. Bir müzisyenin kemanından çıkan seste huzur buluşumuz ya da bir şairin zengin imgeler dünyasında kimi zaman neşeyle kimi zaman hüzünle doluşumuz gibi. Arkadaşlık, dostluk, aşk ilişkilerimiz, aile ilişkilerimiz, önemli günler bunları toplumdan söküp atmak değil amacım. Bu ilişkilerin, hangi zeminde inşa edildiğini, çözümleyerek birer baskı aracı olarak değil, özgürleştirici bir pratik olarak deneyimlemeliyiz.
       

Son olarak burada modern dünyada alternatif kutsallık arayışlarına uzun uzun değinmek mümkün olmadığından ilgililerine Özgür Taburoğlu’nun ‘‘Dünyevi ve Kutsal Modernlerin Maneviyat Arayışları’’ kitabını öneririm. Kitabın son bölümü (Dünyevi Teolojiler: Modernlikte Maneviyat Arayışları) konu bağlamında Bataille, Heidegger, Levinas, Merleau-Ponty ve feminist teolojiden bahsetmektedir.

Şimdilik esenlikle kalın…

Veysel AYIK

Editör: TE Bilişim