Gazete Emek- Merhaba kıymetli okuyucular. Gazeteemek köşe yazarımız Uğur Işık'ın yeni yazmış olduğu ve okumaya değer "SAYIKLAMALAR" adlı eserini tanımak adına, sizlere sohbet havası eşliğinde bir röportaj hazırladım. Gelin hep beraber yazarımızı ve okuyucuların da heyecanla beklediği yeni eseriyle tanışmaya gidelim.

                                                 SİNAN GÜLÜN

Sinan Gülün: Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz Uğur Işık Kimdir? Kitaplar hayatınıza nasıl girdi, “okur” olmaktan “yazar” olmaya giden yol nasıl başladı ve ilerledi?

Uğur Işık: Merhaba, Uğur Işık: 1994 doğumlu Diyarbakır-Silvanlıdır. Kelimeleri, imgeleri ve sözcükleri yoldaş bellemiş acısını ve hüsranını tümcelere üfleyen ve yükünü edebiyat, felsefe, şiirle paylaşan birisidir. Tüm bunları, yazma edimini varoluşun sığınağı olarak görür… dışımızın öznelliğimizin berisinde yer alan tüm o nesnel cehennemin karşısında duran bir sığınak olarak.

Lise birinci sınıfta iki sene üst üste sınıfta kalmak bende derin bir başarısızlık hissi uyandırmıştı. Aslında bu düşünceye yol açan toplumsal kalıplardı hayatı matematik ve fizikten ibaret sayan düşüncelerin sonucuydu. ‘’İyi’’ ve ‘’doğru kişi’’nin sadece sistem okullarından ibaret olmadığını bilmek yetmiyordu göstermek de istiyordum. Bunun için kendimi eğitmeye karar verdim. Elime aldığım ilk kitap ‘’Christy Brown - Sol Ayağım’’ kitabıydı. Bu kitap fiziksel engellere sahip yazarın kendi sol ayak parmaklarıyla yazdığı bir kitaptır. Yazarın bu eşsiz iradesi hayata tutunma ve yaşama çabası beni derinden sarsmıştı. Aynı dönemlerde sekiz yıllık bir esaret sürecim oldu siyasi bir tutsak olarak cezaevine girdiğimde Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın yaklaştığı noktadan yakalamaya çalışarak ‘’Kızıl bir profesör olmam için iyi bir fırsat’’ dedim. İlk hücreye alındığımda kağıt ve kalem istemiştim. Kalem vardı fakat kağıt yoktu peçeteyle idare etmiştim. Sonrasında yazmayı bir direniş biçimi olarak belledim hem siyasi anlamda hem de felsefi anlamda; Kalem mızrağım kağıt kalkanım olmuştu.


Sinan Gülün: Kitabınızın ortaya çıkış öyküsünü anlatabilir misiniz? Fikir nasıl doğdu, kitabın ismine nasıl karar verdiniz, yazma süreci nasıl gelişti, yazarken uyguladığınız belli rutinler veya ritüeller var mı?

Uğur Işık: John Fante  ‘’İyi yazmak için vahim bir acı gereklidir benim astımım Dostoyevski’nin sarası vardı’’ diyor. Çok doğru bir sözdür. Diğer üç kitabımda olduğu gibi son kitabım ‘’Sayıklamalar’’ da  derin acıların, sarsıntıların bir sonucu olarak çıktı. Aslında kitaplarım benim bulantım ve kusmuğumdur. Ruhumun hayata karşı gösterdiği reaksiyondur. Sayıklamalar içsel bir bunalım hayattan tiksinme ve derin bir yalnızlık sürecinde ortaya çıktı bunun üzerine büyük deprem felaketi yaşandı. Sait Faik’in ‘’Yazmasam deli olacaktım’’ dediği noktaya gelmiştim. Kitabın ruhu ve karalaması iki ay içerisinde hatta daha kısa bir zaman diliminde ortaya çıktı. Çünkü sadece satırların arasında soluklanabiliyordum.

                                                       GAZETE EMEK YAZARI UĞUR IŞIK                                          

Çünkü sadece yazmak iyi geliyordu: İnsanlardan daha çok. Bütün teknolojik aygıt ve mekanizmalardan daha fazla bir şekilde beni benle buluşturuyordu. Kitabın ismi konusunda şunu söyleyebilirim: ‘’Sayıklamalar’’ ismini seçtim çünkü sayıklıyordum. Genel olarak kitapların yazım tekniğiyle ilgili de şunu ifade edeyim. Kitaptan kitaba değişir. ‘’Kusmuk’’ kategorisinde olan kitaplar yani artık yazmaktan başka çare bırakmayan yazmaya mahkum kalınan, gebe olunan büyük bir hezimet, hüsran ve bulantı içerisinde olduğumuz anlar vardır. Bu anlarda ve süreçlerde oturup bir hazırlık yapmaya gerek yoktur. Masa sandalye kağıt kalem yeterlidir. Gerisi kasılmalar, öğürmeler ve kramplardır. Gerisi kendini doğrama ve doğurmadır. Böyle kitaplarda yazar büyük bir haz duyar kendi kendini yiyip bitirmenin hazzını. Ben ‘’kusmuk’’ kategorisinin yazarıyım. Acıyı beklerim zaten mutlaka kapımı çalacaktır. Beni deşecektir. Kanımı akıtacaktır. İşte böylesi anlarda yazmak bir zorunluluk olarak belirir önümde bir kaçış yolu olarak karşıma çıkar kendimden ve diğer herkesten bir kaçış!

Sinan Gülün: Kitabınızdan biraz bahsedebilir misiniz?

Uğur Işık: Kitabım içimin kürsüsünden dışıma taşan sayıklamalarımdır. Yetmiş Dokuz ayrı başlığa sahip. Anlatı-Deneme türüne sığdırılabilir. Aldanışları, Aşkı, Toplumsallığı, insanı ve çıkmazlarını İntiharı ve cinneti ayrılığı ve aykırılığı ele aldığım, yazarken biçim kaygısı taşımadığım, insanlar ne der ne düşünür ikilemine düşmeden kendi kendime konuştuğum içsel bir yolculuğun hacme ve somutsallığa dönüşme halidir diyebilirim.

Sinan Gülün: Okurluktan yazarlığa geçişiniz nasıl oldu, Bugün ki bakış açınızla ilk yazılarınızı nasıl değerlendiriyorsunuz?


Uğur Işık: Kandıra 1 no’lu F-tipi cezaevindeydim. Avlumuzda taşta yeşeren küçük bir çiçek tanesi vardı. Çok narin, ince ve hassastı. Bizlerin bir parçası olmuştu. Yanlışlıkla basmamak üzmemek için dikkat ederdik. Çiçeğe, yeşile ve böceğe hasrettik. İnsan böcek gördüğü için sevinir mi? Biz seviniyorduk çünkü cezaevi tekliğin despotluğudur. Yaşamı tekliğe indirger her şeyle bağınızı keser. Bu yüzden derler ya cezaevi hasretliktir. Ahmed Arif, boşuna ‘’Hasretinden prangalar eskittim’’ dememişti Leyla’sına... İşte bir gün aramada bir gardiyan çiçeği kopardı. Tabi kendisine tepki gösterdik. ‘’Yasak’’ demişti. Ben de gardiyanın yüzüne bakarak sadece şunu söylemiştim ‘’Çiçekler de mi sabıkalı?’’ sonra o çiçeğin anısına bir kitap yazmalıyım dedim. Yani gerçekten üzülmüştüm. Bir arkadaşımı kaybetmiştim. Nitekim ilk kitabıma da ‘’Çiçekler De Sabıkalı’’ ismini verdim. Okurluktan yazarlığa geçişim böyle oldu diyebilirim. Yani anlattığım olay bende yazmalıyım düşüncesini oluşturdu ve yazdım. İlk yazılarım biçimsel ve teknik açıdan eksiklikler taşıyabiliyor. Fakat bu beni kaygılandırmıyor. Çünkü o dönemin çığlığıydı. Küfrüydü. Daha iyi olabilir miydi, elbette olabilirdi.

Sinan Gülün: Bir kitap yazmak ne kadar zamanınızı alıyor?

Uğur Işık: Duygularıma, sancılarıma, bulantıma ve ‘’kusma’’ durumuma bağlı diyebilirim. Yani bulantı yoğunsa günde on saatte yazabilirim. Hiç uyumadan temel ihtiyaçlar dışında geri kalan zaman da da yazabilirim. Mesela son kitap için iki aydan az bir sürede yaklaşık kırk gün gibi bir zaman diliminde ortaya çıktı. Kitapta süre çok önemli değildir. Önemli olan ruhun ve zihnin buna hazır olması. Önemli olan ne geç doğum ne erken doğumdur. İkisinde de risk var. Sancı geldiğinde hazır olmak gerekir.

Sinan Gülün: Kitaplarınızı yazarken gerçek hayatta yaşadığınız olaylardan esinleniyor musunuz?

Uğur Işık: Bir yazımda şöyle demiştim ‘’Yazmak, özel hayatın ifşasıdır. Kendi derinlerini açığa çıkarma, yukarı taşıma güneşin gözüne vermedir. Söyleyecek bir şeyi olanlar yazar. Ya da çok fazla dibe inenler. Ya da artık söyleyecek hiçbir şeyi olmayanlar… Yarası olan yazar, Yazmak ise bu yarayı silme, dindirme uğraşı, çabasıdır. İnsan sadece yaşadıklarını anlatmaz yaşamak isteyip de yaşayamadıklarını da anlatır. Bir roman karakteri canlandıran aslında kendi içindeki ukdeyi canlandırır. Yan bir figürü, yan bir karakteri anlatan aslında içindeki ben’lerden bir beni açığa çıkarıyordur. Bilinçli-bilinçsiz olarak, öykünün, romanın, edebi metin ya da felsefi haykırışların içinde mutlaka kendinde bir parça bulur, yazar. Hayıflanmalar, öfkeler, mutluluklar, isyanlar, mekanlar, çizim, dekor her şey ama her şey yazarın dünyasından tınılar taşır. Karakterin herhangi bir yerde oturduğu bank yazarının gerçekte oturduğu banktır…’’ dolayısıyla en düşsel olan dahi gerçeklikten hayatın bizatihi kendisinden türemiştir, etkilenmiştir ve esine yol açmıştır.

Sinan Gülün: Yazarken nelerden ilham alıyorsunuz?

Uğur Işık: Bir çiçekten, bir köpekten, bir insandan ama özellikle ezilmişlik, haksızlık ve zulme uğramışlıktan gözyaşları okyanusları aşan yeryüzünün kendisinden. Çokluk karşısında biriciklikten ezilmiş büzülmüş varoluş sayıklamaları ve bulantıları içinde yüzen bireyden yalnızlıktan ilham alıyorum diyebilirim. ‘’Yalnızlık vahası’’ evet böyle söylemek daha doğru yalnızlık vahasından!

Sinan Gülün: Kitabınızı bizzat alıp okudum ve çok beğendim. Kitabınızda dikkatimi çeken şeylerden bir tanesi, bir düşünceyi ele aldığınızda o düşüncenize dayanak olması adına birkaç yazarın, düşünürün veya şairin cümlelerini de eklemeye gitmişsiniz. Burada anlaşılıyor ki kitaplar ile iyi vakit geçiriyorsunuz. Burada şöyle bir soruyu size yöneltmek istiyorum. Yazarlık sürecinde en çok hangi düşünürün etkisinde kaldınız?

Uğur Işık: Teşekkür ediyorum. Felsefi anlamda Varoluşçuluktan etkilendiğimi söyleyebilirim. Bu akımın soyun ve ırkın içinde Nietzsche, Dostoyevski, J.P. Sartre. Kierkegaard, Martin Heidegger, A.Camus, Franz Kafka ve M.Foucault’yu sıralayabilirim. Nihilizm, yabancılaşma, Varlık, Bırakılmışlık, Varlık ve Öz ikilemi, Kuşatılmışlık, Absürt gibi felsefi meseleler de dikkatimi çekmiş olup damarlarımı beslemiştir. 

Sinan Gülün "SAYIKLAMALAR" adlı eseriniz ile beraber bu dördüncü kitabınız oluyor. Bize önceden yazmış olduğunuz kitaplarınızı kısaca anlatarak, biraz değinir misiniz?

Uğur Işık: İlk üç kitabımın baskısı tahliyemden sonra gerçekleşse de içeride yazılmış ve dosyalanmışlardı. Dışarıda son bir gözden geçirme ve değerlendirmeden sonra basımı gerçekleşti. Ben geçmişi geçiremeyenlerdenim. Yani öylece oldu, bitti, gitti diyemiyorum. Dolayısıyla bugün basılan bütün kitaplarım geçmişe bir ağıt ve sitem izleri taşır.  Ya da masum bir yad edişi gerçekleştirir diyelim. Çiçekler de sabıkalı bir sitemden, öfkeden önceki sorularda da değindiğim gibi ruhumun hayata karşı gösterdiği reaksiyondan doğdu. Örneğin ‘’Azraile Mektup’’ şiirim toprağa verdiğim ama kabullenemediğim arkadaşlarıma ağıt Azraile ise sitemdir. ‘’Karadelik Hüznü de Yutsana’’ isimli kitabımda insanın hüzne sıkışmışlığından yola çıkıyorum. Annem Öpünce isimli öykü kitabıma ise esin olan Annemdir. Görüş kabinlerinde anne ve oğul arasında geçen uzun suskunluklardır diyelim.

Sinan Gülün: Yazılarınızı hep aynı yerde mi yazarsınız? Ya da parkta otururken, sahilde yürürken aklınıza gelen betimleme tespit vs. düşünceyi hemen kaleme mi alırsınız?

Uğur Işık: Bazen yürürken bazen uyumadan önce bazen de uyanır uyanmaz. Aklıma önemli bir tespit, betimleme ya da mısra geldiyse notumu oluştururum. Bir lokanta da çorba içerken iki kişinin diyalogundan esinlenmiş ve hemen o sabah bir öykü yazmıştım. Yani yer zaman mekan belli olmuyor. Küçük bir olay içinizdeki duyguları dürtüyor.  Ben bazı rüyalarıma müdahale edebiliyorum yani rüya görürken rüya olduğunun farkında olabiliyorum. Böyle rüyalarda kayda değer bir gelişme varsa kendimi uyandırdığımda olmuştur. Uyanıp hemen o an önemli gördüğüm şiir, öykü ya da felsefi bir mesele ve tespite olanak sağlayan esinleri not ederim. 

Sinan Gülün: Yazarlar içerisinde bu kişinin eserleri beni yazar olmak için çok iştahlandırdı diyebileceğiniz bir yazar var mı?

Uğur Işık: Güçlü bir kalemi olduğuna inandığım ama yazdıkları hiçbir zaman kitaplaşmamış olan arkadaşım Vedat Çağırtekin’in, zamanında benimle paylaştığı şiirleri ve tutsaklık yıllarımda yolladığı mektupları vardı. Dildeki kıvraklık, imgedeki zenginlik ve duygulardaki yücelik bana somut adımlar attırdı diyebilirim. Bunun dışında varoluşçu yazarlar ve eserleri de bu yönlü eğilim kazandırmıştır.

Sinan Gülün: Bir yazar için zaman ne demektir?

Uğur Işık: En karmaşık olan insandan en basit varlığa tüm oluşlar zaman ve mekanda gerçekleşir. İncil, Tevrat ve Kuran da dahi İlahi gücün yeryüzünü dünyayı yaratması günler almıştır. Yani oluşum zamana ihtiyaç duymuştur. Tabi zaman da spesifik bir şey değildir, özneldir. Yani yirmi dört saatin sizde ki karşılığıyla bendeki karşılığı bir değildir. Uyuyanla uyanık olan için geçen o süre asla bir değildir. Kimisi için kısacık bir göz açıp kapamadır kimisi için ise ağır aksak topallayan bir sürüngenlik. Zamanı örgütlemek gerekir. Yani biçime sokmalı. Bu, Dostoyevski’nin söylediği ‘’saniyelerin nabzını tutmak’’tır. Çünkü çağımız her şeyi hıza ve hissizliğe mahkum bırakmış durumda. Gün, göz açıp kapayıncaya dek bitmekte dünyadaki tüm diğer şeylerden daha anlamlı ve değerli olabilecek telafisi asla mümkün olmayan yıllarımızı ömürlerimizi tüketmekte.

Sinan Gülün: Yazılarınızı yazarken hayalgücü sınırlarını zorladığınızı hissedip bunun toplumsal yargılarla ters düşebileceğini hissettiğiniz oldu mu? Eğer hissettiyseniz hiç sildiniz mi yazdıklarınızı?

Uğur Işık: Bir insanla yüz yüze konuşurken yutkunduklarım olmuştur. Çünkü bazen toplumun, birilerinin, evinizin içinde aynı odayı paylaştıklarınızın aynı havayı soluduklarınızın yüz yıl ilerisinde ya da yüz yıl gerisinde olabiliyorsunuz. Mutlak bir hakikat inancım yoktur. Bir fikir için tartışmaya ve polemiğe girmemeye çalışırım. Düsturum şudur. ‘’Fikirlerimi söyledim siz de fikirlerinizi söylediniz bırakalım sözümüze değeri zaman biçsin’’ Fakat yazı de yutkunmam. Yazarım fikirlerimi ifşa ederim açıkça kağıda dökerim. Çünkü yazmak benim özgür kürsümdür. Söyleyeceklerimi sakınmam yazmak beni her zaman daha cesaretli kılmıştır. Çünkü gerçekten benim varlık evimdir orası. Yani konuşurken hassasiyet gösterdiğim toplumsal tabu ve kalıplara yazarken göstermem bu açıdan yazdıklarımı silmedim ama konuşacaklarımı yutkundum!

Sinan Gülün: Kitaplarınızda yazmaya başlamadan önce bir toplumsal mesaj düşüncesi ile mi başlarsınız yoksa bu yazarken şekillenebilecek bir durum mudur?

Uğur Işık: Yazmak bende bir nehrin yatağını araması ve bulmasıdır. Bu açıdan önceden düşünülen bir şey değildir. Ben yazmadan önce düşünmem sayıklarım. Burada Emil Cioran’ı anmak isterim kendisi yazmak için şöyle der: ‘’kişi çığlık atmamak, bağırmamak için içsel bir sefaletin sonucu olarak yazar. Kitap ise yalnızca bir kazadır.’’ Bende buna şunu eklemek isterim ben sayıklarım hacme bürünen sayıklamalarım ise kitap sıfatını alır.

Sinan Gülün: "SAYIKLAMALAR" adlı eserinizi kimler özellikle okumalı diye bir soruyu yöneltsem, cevabınız ne olur?

Uğur Işık: Sorunuza kitabımın ithaf bölümünden yanıt vermek istiyorum: ‘’İnançlılar, ölümden korkanlar, gözyaşlarının derinliğinde yüzme bilmeyenler, ihanet edenler, aşkta galip gelenler bu eseri okumamalı. Bu kitap: mağlup olanların, ihanete uğrayanların, yenilenlerin, kendi buruk kanını içenlerindir. Göz halkalarının morluğunda ruhunu yeşertenlerindir. Acının tutanakçısı olanların, zulalarındaki hatırlarla beslenenlerin, gözbebeklerinde gülmeyi hiç taşımamış olanlarındır. Tenini etinin üzerinde bir kefen gibi taşıyanların, sırtında çarmıhıyla doğanların, hayatın çapını kusursuz ölümleriyle süsleyenlerin, çağın boşluğunda taşıp taşıp yüreklerini kemirenlerindir.’’

Sinan Gülün: Kitabınızda insanların yaşayışı sonucunda aşk ve sevgiye dair sözcüklerin altında derin bir acının yer aldığını çokça dile getirmişsiniz. Sizce gerçek bir aşk ve sevgi nasıl olunmalıdır?  

Uğur Işık: Öncelikle şunu sormak gerekir gerçek bir aşk mümkün müdür? Bence gerçek bir aşk ve gerçek bir sevgi mümkün değildir. Sevgi ve aşk eyleminin mottosu temel taşı kişinin kendisidir. Yani bir başkasını seviyorum diyen aslında kendisini sevdiğini zikrediyordur. Çünkü başkasını seven sevdiği kişiyi kendi için seviyordur. Duygusunu, içini, kendisini tatmin etmek içindir. Aşık olunan kişi bir araçtır. Seven kişinin kendi duygularını tatmin etmesi için kullandığı bir araç. Benim gözümde seni seviyorum demek: Duygularım bazı nedenlerle seni istiyor gel duygularımı susturalım duygularımızı tatmin edelim demektir. İnsan kendinde kendisi için bir varlıktır. Sartre haklı olarak: “aşk iki insanın bilinçlerini birleştirme çabasıdır. Boşuna bir çaba çünkü insan kendi bilincine mahkûmdur.’’ Demektedir.
Yine Ulus Baker Yüzey Bilim Fragmanların da ‘’Bizler ya başkasıyla varolurken kendimizden vazgeçeriz ya da birlikte varolacağımız başkasının kendinden vazgeçmesini talep ederiz. Bu da mutlak bir mutsuzluk ve pasifliktir. Böylece sevgi gibi sevinçli bir duygu bile bir şantaja dönüşür.’’ tespitinde bulunuyor. Günümüz sevgileri de tamamen böyle. Masumca görünen duygular yerini bir süre sonra fiziksel, düşünsel, psikolojik bir savaşa harbe bırakıyor. Oysa aşk duyguların yüceliği güzelliğin doruğuydu şimdiyse birbirini yavaş yavaş ve sinsice öldürmenin ismi haline dönüşmüş.

Sinan Gülün: Sizce çağımız insanları aşka ve sevgiye dair yüklemiş olduğu anlam, eski dönem insanlara nazaran deforme uğramış mıdır?

Uğur Işık: Günümüz toplumsallığı gerçek bir nihilizmi değersizliği yaşıyor. İnsanın, sözün, çiçeğin, hayvanın, gökyüzünün yeryüzünün hiçbir şeyin önemi yok. Değer ve sevgi gibi gözüken o davranışlarsa biçimden öteye gidemiyor. Birisine ‘seviyorum’ diyorsanız ve hayat arkadaşlığı sözü verdiyseniz nasıl olurda çok temel bir sorun olmadan sıradan bir nedenden ötürü ya da çoğu kez nedensizce bir çırpıda silip atılabilir. Gidilebilir. Yaşanmamış olarak varsayılabilir! Çok güzel bir söz var derki: İnsan ulaşamadığı her şeyin delisi ulaştığı her şeyin nankörüdür diye. Günümüz teknolojisi iletişim kolaylığı ve toplumsal gerçekliğinde her şeyin bu kadar ulaşılabilir olduğu bir ortamda yaşanan tam bir nankörlüktür. İnsan seli var ama sesi yok hiç birinin. Muazzam bir görsellik ama kof bir içerik ve öz! Sınırları taşıran bir kalabalık ama bir o kadar da kabalık. Kızılderili şef Seattle’ın Beyaz saraya bir mektubu var mektubunda şu ifadeleri kullanır. ‘’Bizim ölülerimiz bu güzel dünyayı asla unutmazlar. Çünkü o kızılderili’nin anasıdır. Biz dünyanın parçasıyız ve o da bizim parçamız.  Güzel kokan çiçekler bizim kız kardeşlerimizdir; geyik, at, büyük kartal, bunlarsa bizim erkek kardeşlerimiz, kayalık tepeler, çayırlardaki ıslaklık, tayın vücut ısısı ve adam, hepsi aynı aileye aittir.’’ Böyle bir inceliği, eşitlik, özgürlük ve sevgi bilincini bulabilir miyiz? Bunlar sadece güzel süslü sözler değil bir inanç ve yaşam biçimiydi. İfadeler de muazzam bir saygı, sevgi ve estetizm var. Fakat yine altını çizmek isterim bu ifadeler bir inançtı. Yani gerçekten öyle inanılıp öyle yaşanılıyordu. Öldürmek zorunda kaldıkları hayvanlardan özür diliyor. Haftalar süren arınma ritüelleri gerçekleştiriyorlardı. Tamamen animizm inancına sahiplerdi. Günümüzde ise tam tersi bir şekilde kabalık, değersizlik ve cansızlık yüceltilmekte.


Sinan Gülün: Yazar olmak isteyen birine tecrübelerinize dayanarak neler önerebilirsiniz?

Uğur Işık: Gerçekten önce niyet etsinler. Yalnızlığı sevsinler kalabalığı gözlemlesinler. Yazmayı ibadet saysınlar. Yazmadıklarında yataklarına pişman olarak girsinler. İlk yazılarımda iki paragrafı aşamıyordum. En fazla ama en fazla iki paragraftı yazdıklarım. Sonra her gün yazma kararı aldım. Etrafımdaki nesneleri anlattım. İçimdeki duyguları özlemlerimi hasretimi aklınıza gelebilecek ne varsa yazıya döktüm. Sonra günlük tuttum oturup onlarca makale denemesi yaptım çoğunu yarısında attım. Fakat hepsinden önce yazmayı sevdim. Kelimeleri sevdim. İyi bir yazar olmak için iyi bir insan olmakta önemlidir. Empati düzeyi yüksek ince ruhlu insanlar daha nitelikli yazılar yazar. 


 

Editör: Bekir GÜNEŞ