Gazete Emek- Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi’nin (DEM Parti) Cem Karaca Kültür Merkezi’nde düzenlediği Uluslararası Barış ve Demokratik Toplum Konferansı’nın ikinci gününün ilk oturumu başladı. Konferansta, alanlarında ve barış mücadeleleriyle dünyaca tanınan simalar sunum yapıyor.
Günün ilk oturumunda “Ulus Devletten Demokratik Ulusa” başlığı ele alındı. Moderatörlüğünü DEM Parti Dış İlişkilerden Sorumlusu Eş Genel Başkan Yardımcısı Ebru Günay’ın yaptığı oturumda konuşan Prof. Norman Paech, Abdullah Öcalan ile 1996’da yaptığı görüşmeyi anlattı.
Görüşmenin iki önemli soru etrafında şekillendiğini kaydeden Paech, konuşmasına şöyle devam etti:
“Birincisi, kurtuluş mücadelesinde şiddetin rolü, ikincisi ise ayrı bir devlet kurma ya da mücadeleyi bu devlet içinde özerklik ve kendi kendini yönetme ile sınırlama sorusu. Her iki soru da o dönemde ağır silahlı NATO üyesi Türkiye’ye karşı silahlı mücadeleyi bırakmaya karar vermiş olan bir muhalif görüşle, tamamen aynı fikirde olduğumuz demokrasi anlayışıyla yakından bağlantılıydı. Ayrıca ayrı bir Kürt devletinden vazgeçilmesini de içeriyordu. Bu, kapitalist demokrasi dünyasına karşı derin ve sağlam temellere dayanan bir şüpheciliğe dayanıyordu. Demokrasi, hem emperyalist hem de bireyci bir karakterdeydi ve hala da öyledir. Kurtuluş hareketinin hedefi, devleti ele geçirmek değil, siyasi karar alma sürecini yerel topluluklara, mahallelere, meslek odalarına ve konseylere devretmek olmalıdır. Bu nedenle, bu kavram, yerel, tabandan gelen demokratik kurumların yatay düzeyde birleşerek temel siyasi kararları aldıkları ve böylece eski, modası geçmiş ulus devleti önemsiz kıldıkları bir düşünce biçimidir. Öcalan’ın demokratik ulus kavramı, homojen bir ulus devlet tarafından oluşturulmamış, ancak ortak demografik kuralları belirleyen çeşitli kimlikler tarafından tanımlanan bir siyasi topluluğu ifade eder.”
‘Hala geçerliliğini korumaktadır’
Ulusal sorunun, ulus devlet tarafından değil, eşitlik ve demokratikleşmeyle çözüleceğini Abdullah Öcalan’ın, “kapitalizm, bulutların yağmur taşıdığı gibi savaşı içinde taşır” sözleri ile destekleyen Paech, şunları söyledi:
“Bu söz söylenmesinden 100 yıl sonra hala geçerliliğini korumaktadır. Saldırganlık, rekabet ve hakimiyet arayışı yüzyıllardır kapitalist devletin karakteristik özelliği olmuştur. Sayısız girişimlere rağmen, 1907’deki Lahey Sözleşmesi, 1928’deki Breon Kellogg Paktı veya uluslararası hukuk yoluyla devletlerarası savaşı ortadan kaldırmak mümkün olmamıştır. Uluslararası hukukçuların gözünden demokrasi anlayışına bakarsak, kendi kaderini tayin hakkı, Kürt halkı gibi bir halkın varlığını ve kimliğini korumak ve güvence altına almak için temel normdur. Kendi kaderini tayin hakkı, Amerika Birleşik Devletleri Anayasası’nda, Birleşmiş Milletler Anayasası’nda 1’inci Madde’nin 2’nci fıkrasındaki ilkelerle birlikte çok kısaca ve tesadüfen bahsedilmektedir. Bu hakkın, sayısız kararlar yoluyla, bağlayıcı bir hukuki kavram olarak kabul edilmesi yıllar almıştır. “
‘Azınlıkların varlığı haklar yoluyla korunmalıdır’
“Öcalan, 1996 yılında Türkiye’den ayrılmak suretiyle bir Kürt devleti kurma hedefinden vazgeçti. Bu, Türkiye’yi mevcut sınırları içinde demokratikleştirmek için iyi bilinen adem-i merkeziyetçilik ve federalleşme alternatifini bırakıyor. Her iki talep de yasal olarak kabul edilebilir, ancak Türkiye gibi merkeziyetçi bir devlet için siyasi olarak zorlayıcıdır. Azınlık Hakları Bildirgesi üzerinde çalışılırken, Türk hükümeti, azınlıkların tanınmasına karşı açık bir açıklama yaptı ve azınlık mensuplarını insan haklarının korumasına havale etti. Türk Anayasası ve diğer ilgili mevzuata göre, istisnasız tüm Türk vatandaşları eşit hak ve statüye sahiptir. Dolayısıyla, etnik, dini veya dilsel farklılıklar temelinde herhangi bir kişi veya grubun lehine veya aleyhine ayrımcılık yapmak imkansızdır. Bunun dışında etnik, dini veya dilsel farklılıkları olan kişilerin haklarının insan hakları çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğine inanıyoruz. İnsan Hakları Bildirgesi’nin 27’nci Maddesi’nde güvence altına alınan azınlıkların korunmasının azaltılması, bireysel haklara atıfta bulunarak bu kişilerin korunmasına adalet sağlamaz. Kürtler gibi etnik, dilsel veya kültürel azınlıkların varlığı ve kimliği, bireylerin korunmasının ötesine geçen kolektif haklar yoluyla korunmalıdır.”
Öcalan’ın demokratikleşme paradigması
“Böylece son araştırmaların yazarlarına geliyorum: Türk Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Vakfı (TESEV), 2008 ve 2010 yıllarında yerel, belediye ve bölgesel yönetimlerin ve özyönetimin nasıl tanımlanıp yeni anayasada yer alması gerektiğine dair hükümet için öneriler geliştirmiştir. Kısaca özetlemek gerekirse, vakıf, ademi merkeziyetçiliğin gerekliliğini sadece bölgeler arasındaki eşitsizlik ve toplumun ekonomik yapısındaki değişikliklerle değil, aynı zamanda demokratikleşme gerekçesiyle de savunuyor. Ayrıca, bölgeler özerk yönetim birimleri olarak oluşturulmalıdır. Çünkü cumhuriyetin kurulmasından bu yana il yapısı önemli ölçüde değişmiştir. Merkezi devlet ile bölgesel özerk yönetim birimleri arasındaki yetki dağılımı, daha fazla ayrıntıya girmeden yasalarla kolayca düzenlenmelidir. Bu çalışmalar, Öcalan’ın Türkiye’nin demokratikleşmesi için ortaya koyduğu fikir ve önerilerin toplumda ne kadar kök saldığını göstermekte ve sadece 30 yıl içinde tartışmanın tamamen değiştiğini hayal etmemizi sağlamaktadır.”
‘Gerçek bir şansınız var’
“1996 yılında tartıştığı konular artık geride kaldı ve şimdi yeni sorunlar, yeni sorular tartışılıyor. Bu, zamanın değişmesidir ve bu zamanın değişiminin devam edeceği umudunu vermektedir. Ancak, bunun yeni demokratik gerçeklikler yaratan gerçek bir diyalog haline gelmesi için eksik olan bir şey var: Öcalan’ın İmralı adasındaki hapishanede insanlık dışı izolasyonundan serbest bırakılması. Kürt halkı figürüne, Türk toplumunda hak ettiği konum ve yer verildiğinde ve Irak dağlarından gelen eski savaşçılar tehlikeye atılmadan geri dönebildiklerinde, bu ülkenin demokratikleşmesi gerçekleşecektir. Gerçek bir şansınız var ve bu şans size geliyor.
Sonunda kişisel bir not eklememe izin verin. Ben Almanya’dan geliyorum, PKK’nin hala terör örgütü olarak yasaklandığı bir ülkeden. 1993 yılında Alman hükümeti PKK’yi yasadışı ilan ettiğinde, Kürt toplumu benden en yüksek idari mahkemeye karşı dava açmamı istedi. Uluslararası hukuk temelinde mahkeme önünde mücadele ettim, ancak şu ana kadar başarılı olamadım.”
Kaynak: İlke Tv




