Biz Kürtler duygusal bir milletiz — bu, hem en büyük gücümüz hem de bazen en büyük zaafımız oldu. İçimizden biri öne çıktığında, ona tüm umutlarımızı yükleyip kol kanat geriyoruz; işadamı, siyasetçi, kanaat önderi yapıyoruz. O insanlarsa davasına sadık kalıyorsa gurur duyuyoruz; ölümü, zindanı göğüsleyerek yol yürüyorsa ona inanıyoruz. Fakat bazen öne çıkardıklarımız, bizi yarı yolda bırakıyor. İşte bu ihanetler, bugün hâlâ bir devlet bilincine ulaşamamamızın en açık açıklamasıdır.
Bir siyasetçinin, bir aydının, hatta bir iş insanının “statü” peşine düşmesiyle başlayan ayrılma, kısa sürede kolektif hafızada yara açıyor. Bazıları beyaz yakalı dünyaya geçip devletle iş birliği yapıyor; halka sırtını dönüyor; düşmanın partilerinde yer alıyor. Bu bireysel tercihler, toplumsal bir travmaya dönüşüyor: Çünkü biz, güç gördüğümüzde kapısını çaldığımız o insanlara teslim ediyoruz kaderimizi. Onlar ise bireysel çıkarı kolektif çıkarın önüne koyarsa, bizi devletleşme hedefine daha da uzaklaştırıyor.
Şimdi birkaç çıplak gerçek soralım kendimize:
• Devletleşme bilinci sadece meydan konuşmalarıyla, marşlarla, mitinglerle filizlenir mi?
• Yoksa süreklilik, kurumlaşma, ilkeli temsil ve dayanışma mı gerekir?
• Öne çıkardığımız kişiler, bizi temsil ederken hesap verebilir mi; hesap sormayı becerebiliyor muyuz?
Cevap ortada: Devletleşme bilinci kurumlaşma işidir. Bireyler gelip geçer; kurumlar kalır. Eğer öne çıkardığımız liderler etrafında sağlam kurumlar, kolektif mekanizmalar, şeffaf davranış normları inşa etmezsek; bugün destek verip yarın unuttuğumuz isimler, bizi savunmasız bırakır. Ayrıca liderlerin hesap vermesi, eleştiriye açık olması ve halka karşı sorumluluk hissetmesi gerekir. Bunlar yoksa, liderin “bireysel yükselişi” topluma hikâye olur ama gerçeğe dönüşmez.
Bir başka sorun da kimlik ile statü arzusu arasındaki çarpışmadır. Statü isteyen bazı Kürtler, kısa yoldan “bir yer” edinmek uğruna kimliğinden vazgeçiyor; “kürtlüğü” saklıyor ya da pazarlıyor. Bu, sadece ahlaki bir sorun değil; stratejik bir felakettir. Çünkü kimliğini pazarlayan bir zümre, kolektif hafızayı eritir, ortak dertleri görünmez kılar. Oysa devletleşme, tek tek aktörlerin değil, ortak kader duygusunun ürünüdür.
Eleştirmek kolaydır; çözüm üretmek zordur. Ancak birkaç temel öneriyle yola devam edebiliriz:
1. Kurumlaşma: Kişi merkezli değil, kural merkezli yapılar kurmalıyız. Dernekler, sivil toplum, sendikalar, eğitim kurumları—hepsi sürekli ve hesap verebilir olmalı.
2. Hesap Verebilirlik: Liderler ve temsilciler hesap vermeye alışmalı. Hesap sormak kolektif bir erdemdir; utanılacak bir şey değil.
3. Eğitim ve Kurumsal Hafıza: Yeni nesili tarihle, hakikatle ve stratejiyle donatmalıyız ki duygusallık yalnızca slogan olmasın, bilinçli eyleme dönüşsün.
4. Ekonomik Dayanışma: Ekonomik bağımsızlık, siyasetin baskılarından korunmanın anahtarlarından biridir. Dayanışma ağları ve yerel üretimi desteklemeliyiz.
5. Çoğulculuk ve İç Eleştiri Kültürü: Her fikir değerli; fakat yanlış yapanı da yüzleşmeye çağıran bir kültür şart.
Son söz: Bizi “hiç” diye yaratanları biz “adam” ettik; ama onlar bizi sattıysa, bunda bizim de sorumluluğumuz var. Eleştiri acıtırsa doğrudur — ama yarayı iyileştirmek için önce acıyı görmek gerek. Devletleşme bilinci, kahramanlık hikâyeleriyle değil, sabır, hesap verebilirlik ve kurumlarla inşa edilir. Eğer bugün kimseye teslim olmayacak kadar güçlü, birbirimize karşı adil ve hesap soran bir toplum olursak; yarın kimse bize “devletsiz” demeyecektir.
Hüseyin Nazlı