Zuhal Özden yazdı:
Ölü Mevsim 2024 yılı yapımı bir film. Ben sosyal medyada adına rastladım. Funda Eryiğit bir röportajında bahsediyordu, seyretmeye karar verdim.
O filmin oyuncularından biri kendisi ve filmde 2 aylık hamileymiş, oynadığı rolde ise 15 yıldır evlilik hayatında çocuğu olmayan, bu yüzden her türlü çareye başvuran bir kadını canlandırıyor.
Doktorla karşılıklı oynadığı bir sahnede, doktorun ona, “Artık bedenini rahat bırak, bu seni ölüme kadar götürecek,” dediği yerde, sebebini bilmeden ağlamaya başlamış. Hiç yeri yokken. Birkaç kere sahneyi çekmek zorunda kalmışlar. Bazen ağladığı için kesmek zorunda kalmışlar.
Film, Adana Altın Koza Film Festivali’nde 5 ödül almış.
Ben filmi seyrederken bazen öfkelendim. Durağanlığı sinirimi bozdu. Dünyanın bana haksızlık ettiğini düşündüm. Hayat dolu diyaloglarım olduğunu, enerji dolu bir senaryo yazdığımı ama satamadığıma hayıflandım.
Film; İtalya, Türkiye ve Makedonya ortak yapımı.
Varoş bir mahallede oturan abla kardeşin hayat hikâyesi anlatılıyor. Ablanın kocası ile çocuk yüzünden herhalde araları nane molla. Kocanın bir de çakal bir ağabeyi var. O, aile mirasına çökmüş. Kardeşine, “Babam mirasının torunlarına kalmasını vasiyet etti,” diyor. Fakat kendisi çatır çatır kullanıyor babasının parasını, kardeşine hiçbir şey vermiyor.
Çocuğu olmayan kadının kocası evde tam bir mal. Aynı masada kahvaltı ediyorlar, adam robot gibi oturuyor. Çaydanlık masada, karısından çayı koymasını istiyor.
Bu bir evli erkek hastalığı herhalde. Bütün erkekler evlenince bu tarz yetilerini kaybetmiş gibi davranıyorlar. Kodları çalışmaya başlıyor. Kadın çay koyar, koca gözlerini televizyona dikip çayını yudumlar. Sebebi de karılarının hemen anne rolüne geçmesi belki de.
Neyse bu konuda da mevzu derin ve bu ailede de durum aynı.
İkisi de çalışıyorlar, eve gelince adama felç inmiş gibi her şeyi karısından istiyor. Yemeklerini beğenmiyor. Adam mobilyacı, fakat evin gıcırdayan kapısı aylardır gıcırdamaya devam ediyor.
Hayat olması gerektiği gibi akıyor.
Yönetmen birimizin penceresine tutmuş kamerasını ya da senaristler tutmuş, hikâyesini yazmış gibi. Genelde halk arasında biz bu tarz filmlere sanat filmi diyoruz ve geriliyoruz. Belki çok tanıdık ve durağan olduğundan.
Fakat önemli olan, anlatılmaya değer bir hikâye olup olmadığı.
Beni çarpan tek sahne, evdeki baldızı bu çakal eniştenin kardeşine temizlik ve yemek yapmaya gönderiyorlar. Çünkü karısı düğüne, başka bir şehre çocuklarını alıp gitmiş.
Bu arada gidip o kadının yokluğunda dışarıda yemek yese kafasına taş düşermiş gibi, bu evdeki baldız gidip bu adama yemek yapıyor.
O günün akşamı kıza bir şeyler oluyor.
O evden ayrıldığı gün, eniştesinin yanında çalışan, marangoz atölyesinde kalan mülteci çırağın kapısını çalıyor. Mülteci adam panikliyor. Zaten tedirgin, mayın tarlasında gibi bir hayatı var. Kimin nerede patlayacağı belli değil. Ustası evdeki gibi değil; ona karşı anlayışlı, insancıl, belki de o kendinden üstün gördüğü birini bulduğu için mutlu, bilinmez. Adam panikle açıyor kapıyı. “Bir şey mi oldu?” diyor. “Hayır, oturmaya geldim,” diyor genç kadın, “Sohbet etmek istedim.” Kadının tavırlarından, ortada normal bir şey olmadığını anlıyor adam.
O an düşündüm. Kadın da mülteci. Gidecek yeri yok. Anne babası ölmüş. Ablasının yanına sığınmış. “Git, eniştesinin kardeşinin evini temizle, yemek yap,” demişler. İşten çıkıp adamın evine gitmiş. Adam bir güzel tecavüz etmiş ona. Şimdi eve gidip “Tecavüze uğradım,” dese… Neyse işte, bir sürü problem. Varlığı problem, bir de problem çıkarması abesle iştigal bir durum.
İşte o sahne muhteşem. Adamın onu anlaması. Kadının hiç konuşmadan, başka kelimelerle anlatması.
Bunu sevdim. İkisinin de çaresizliği geçti bana.
2006’da Zeki Demirkubuz’un çektiği Kader filmini seyrettiniz mi, bilmiyorum. Ben yönetmenin bütün filmlerini çok seviyorum. Fakat Kader filmi beni çok etkilemişti.
Hayatın o durağanlığını o kadar güzel anlatan bir film bilmiyorum ben.
Hayatın durağan ama acıtan yanını çekip gözlerimizin önüne seriyor yönetmen.
2006’da filmi sinemada seyrettiğim zaman çok etkilenmiştim, Bekir’in Uğur’a olan aşkından. “Ne yakıcı bir aşk,” demiştim. İnsanın kendini yok etmesi bu olsa gerek.
Filmin son sahnesinde Bekir, Uğur’a diyor ki, bin kez kovulduğu kapıya tekrar gittiği gece: “Çocuğumun ateşi vardı, nöbetçi eczane bulmak için göbeğim çatladı. Sonra içime yine o acı çöktü, seni özledim. Gittim bira içtim. Gittim arkadaşlarla esrar içtim. Yetmedi, dört tane içtim. Bir uyandım, otobüsteyim. Herkesin inandığı şeyler vardır, benim inandığım sensin. Senin kapının önünde dedim ki kendime: Oğlum, bak bu eşik Sırat köprüsü, geçersen bir daha geri dönemezsin. Düşündüm, düşündüm. Ama olmadı, geri dönemedim.”
Buna benzer şeyler söylüyor, hepsi aklımda kalmadı.
Dün akşam ikinci defa filmi seyrederken, Bekir’in Uğur’a olan ilgisinin yoksunluk olduğunu, bağımlılık olduğunu fark ettim.
Bu aşk değil bana göre. Yönetmen hangi niyetle çekmiş bilmiyorum ama bağımlılık türleri arasında böyle bir şey var. Bağımlı olan insanlar, insana da bağımlı olabiliyorlar.
Bekir’in ailesi mazbut, sıradan bir aile. Oğullarına bir halıcı dükkânı açmışlar. Sabahtan akşama kadar orada uyukluyor Bekir. Akşam eve geliyor, annesi sevdiği yemekleri hazırlamış, yemekten sonra arkadaşları aşağıdan sesleniyor, kahveye gidiyor.
Bir gün o sıradan, uyukladığı iş yerine Uğur geliyor. Neşeli, ona sorular soruyor. Alıştığı düzenin dışında, farklı bir tip. Onun dopamin seviyesini artırıyor vücudunda.
Her gün yolunu gözlemeye başlıyor Bekir ve bir gün, ağlayarak, durup dururken “Seni seviyorum,” diyor kıza.
Neden ağlıyor bilmiyorum. Çünkü Uğur ve annesine mahallede herkes kötü gözle bakıyor. Babaları felçli, yatalak. Erkek kardeşi kahvehanede çalışıyor. Oradaki erkekler sahipsiz görüp erkek çocuğuna bile asılıyorlar. Edepsiz şakalar yapıyorlar.
Uğur’un annesinin eve aldığı, âşık olduğu, mahallenin mafyatik, yakışıklısı genç bir adam var.
Uğur evin içinde, babasının ve kendisinin olduğu yerde annesinin ve sevgilisinin seslerini duyuyor.
Uğur ailesinden nefret ediyor. Annesinin onu utandırdığını düşünüyor.
Sonunda da annesinin sevgilisini öldüren adamın peşine düşüp ömrünü harcıyor.
Belki de o da o katilin bağımlısı oluyor. Gücü seviyor Uğur da. Ya da geçmişinde nefret ettiği anları sakin, normalmiş gibi yaşatan, sonrasında ona iyi davranan adama gönül borcunu böyle, peşine takılıp şehir şehir dolaşarak ödemek istiyor.
Sevginin yolu da öğretilmezse, rolü, modeli olmazsa, pusulasını şaşırıyor galiba.
Bu iki filmi de yeni seyrettim ve anlatılmaya değer buldum.
Her birimizin hayat hikâyesi akıp gidiyor; bu hayatın içinde bazen sıradanlaşıyor, bazen de sıra dışı yollara sapıyor ve anlatılmaya değer hikâyelerimiz oluşuyor.
Galiba nereden baktığımız, hangi kelimelerle anlattığımız çok önemli.
Mesela Bekir’in ailesi, çocuklarını hiç yalnız bırakmıyorlar. Ailesinin ona bulduğu karısı, kocası onu dört aylık evliyken başka bir kadın için terk etmiş, yine de oturup bekliyor.
Bekir o kadından geri döndüğünde, ailesi her seferinde ona hiçbir şey olmamış gibi davranması için telkinde bulunuyor. Ağlamasını bile susturuyorlar kadının.
Bekir’e iki çocuk doğuruyor.
Bekir, elinde ilaçlarla ateşli çocuğunu evde bırakıp tiryakisi olduğu kadına gidiyor.
Uğur’a “Ben sana iman ettim,” dediğinde, kadın hüngür hüngür ağlayarak onu dinliyor ama hiçbir zaman onu sevmemiş; duvarında sevdiği adamla bir fotoğrafı, bir de Bekir ile olan fotoğrafı asılı.
Güzel günlerde görüşelim ve görüşmelerimiz iyiliklere vesile olsun.





