Türkiye, her yaz olduğu gibi bu yıl da yanıyor. Ormanlar, dağlar, vadiler, köyler, sadece ağaçlarıyla değil, belleğiyle, kültürüyle, canlısıyla birlikte küle dönüyor. Fakat bu yangınlar artık doğal afet değil;
sistematik bir yıkımın, siyasal bir ihmalin, kâr uğruna doğaya karşı işlenen suçların sonuçlarıdır.
Günlerdir süren yangınlara karşı devletin refleksi geç, etkisiz ve isteksizdir. Uçak yok, helikopter yetersiz, personel sınırlı. Tıpkı daha önce olduğu gibi yine halk kendi imkânlarıyla doğasını savunmak zorunda kalıyor, çünkü bu iktidar ne doğaya, ne canlıya, ne insana karşı sorumluluk hissediyor.
Her yanan alanın ardından ortaya çıkan tablo tanıdık: İmar değişiklikleri, maden ruhsatları, turizm yatırımları, enerji projeleri… Doğa yanarken dahi sermaye ellerini ovuşturuyor. Burası, ormanın gölgesinde büyümüş çocuklar için bir yıkım; ama rant için tetikte bekleyen yandaş sermaye için fırsatlar ülkesi. Yangınların kaderi bellidir bu düzende: önce alevler, sonra ihaleler. Doğanın kanatları
altına sığınan köylüler, yaban hayvanları ve yerel halklar sürgün edilirken; küle dönmüş ormanlar betona, cevhere, betimlenemez bir açgözlülüğe kurban edilir.
İktidar, itibardan tasarruf etmezken yangına müdahale eden araçları eksik bırakıyor. Dev bütçeler, saraylar, törenler için akar gibi akan para; konu doğa olunca buharlaşıyor. Oysa ormanlar sadece ağaç değil, bir toplumun ortak belleğidir, geleceğidir, hayatın ta kendisidir. Fakat bu zihniyet doğayı ya yok edilmesi gereken bir engel ya da özelleştirilmesi gereken bir kaynak olarak görüyor. Bu düşmanlık, yalnızca ağaca değil, hayata karşıdır. Çünkü doğa ile bağ kurmuş hiçbir varlığı sevmeyen bir yönetim
anlayışı, halkı da sadece itaat eden bir kitle olarak görür.
Bu zihniyet doğanın özgür varoluşuna düşmandır. Ormanı seveni suçlu, doğayı koruyanı hedef, toprağa sahip çıkanı düşman ilan eder. Çünkü bilir ki doğaya sahip çıkan halk, yaşamına da sahip çıkar.
Ve bu iktidarın asıl korkusu tam da budur: halkın kendi yaşamına ve geleceğine sahip çıkması. O nedenle bu yangınlar sadece ekolojik değil, siyasal birer yangındır. Bilinçli suskunluk, planlı acizlik, örgütlü vurdumduymazlıkla beslenen bir suç ortaklığıdır yaşanan. Ve bu suçun faili yalnızca alevler değil, onları izleyenler, yok sayanlar ve arkasından gelen talanı perdeleyenlerdir.
Bir ormanı yok etmek, yalnızca bir ekosistemi değil; binlerce yıllık bir yaşam hafızasını yok etmektir.
Bunu yapabilen bir anlayışın ne insana, ne tarihe, ne geleceğe bir borcu vardır. Ama biz o borcu hatırlatacağız. Çünkü bu topraklar, yalnızca yanan ağaçların değil, o ağaçların altında oynayan çocukların, gölgelerinde büyüyen halkların, derelerinde yıkanan hafızaların yurdudur. Bu topraklar
yanıyor, ama içindeki direnişi de saklıyor. Ve biz bu direnişi büyütmek zorundayız. Çünkü doğa sessizdir ama asla dilsiz değildir. Her çığlık, her alev, her kül bize bir çağrıdır.
Bu vesileyle, orman yangınlarına müdahale ederken yaşamını yitiren tüm emekçileri, itfaiyecileri, gönüllüleri ve doğa dostlarını saygıyla ve minnetle anıyorum. Onlar yalnızca alevlere değil, umutsuzluğa da karşı savaştılar. Ve onların küle dönüşen anılarında, bu halkın hakikati hâlâ kor ateşi gibi yanıyor.