“Doğuştan gelen bir kusurumuz var; hepimiz mutlu olmak için dünyaya geldiğimizi sanıyoruz. Bu kusurumuzu gidermedikçe, dünya gözümüze çelişkilerle dolu bir yer görünecektir. Çünkü her adımımızda, ister büyük ister küçük bir şey yapmış olalım, dünyanın ve insan hayatının, mutlu bir yaşam sürdürmeye olanak verecek biçimde tasarlanmadığını anlayacağız. İşte bu yüzden bütün yaşlıların yüzlerinde aynı ifadeyi, yani düş kırıklığını görmek mümkündür.” (Arthur Schopenhauer)

       Bu yazı başlıktan da anlaşılabileceği gibi mutlu olmanın üç-beş-on yolunu size sunmadığı gibi amacı sizi mutsuz etmek de değil ama bazen kendimizi mutsuz hissedebiliriz. Bu kaçmamız gereken bir duygu değil, hatta bu yazının da konusunun olduğu gibi, kendinizi inşa etme sürecinde ihtiyacımız olan derinliği yakalayabileceğimiz bir duygu çünkü; kendinizi mutsuz hissettiğiniz bir durumun analizini yaptığınızda yaşamın temel çatışma dinamiklerini ve kendinizin sınıfsal, sosyal, ekonomik eşitsizlikleri hakkında farkındalık yakalayabilirsiniz. Anı yaşa diyenlerin, sürekli mutluluk peşinde koşanların aksine sizi  mutsuzluk üzerine düşünmeye davet ediyorum.

        Sürekli bir takılma kültürü içerisinde birinden diğerine koşuşturulan partiler, yetişilmeye çalışılan konserler, kaçırılan oyunlar, eğlenceli çılgınlıklar, heyecanlı sürprizler, içmeler, kopmalar eşliğinde hareketli hayatlar ya da nispeten daha sakin, evlenip, çoluk çocuğa karışmış, işinin gücünün başında makbul hayatlar yaşıyor olsak da çoğumuz ortak bir mutsuzluk paydasında buluşabiliyoruz. Bu durum kimimiz için can sıkıntısı kimimiz için direkt mutsuzluk yada bir başkası için patolojik bir seviyede depresyon olarak karşımıza çıkıyor. Oysa hiçbirimiz boşlukta ve temassız bir şekilde yaşamıyoruz, bilakis hepimiz toplumsal alanda psikososyal varlıklarız ve tüm bu psikososyal süreçlerimizle önceden belirlenmiş bir ekonomik işleyişin de çarkları arasındayız. Tüm bunları dikkate alarak sürekli bir mutluluğun imkansızlığı ve nasıl yaşayabiliriz? ’in imkanlarını sorgulamak gerekiyor.

        Her gün havasını soluduğumuz popüler kültür bir çok şeyle beraber mutsuz olma hakkımızı da elimizden almaya çalışıyor ve bunu gelişen teknolojinin nimetlerini de sonuna kadar kullanarak tüm platformlarda gözümüze sürekli mutluluk ve haz pompalayarak yapar, bunu yaparken de görsel-işitsel dünya kendi arzu ekonomisini yaratır ve bir tarafta arzulayan diğer tarafta da arzulanan arasında bir arz talep ilişkisi doğurur ve tüm bu arz talep sistemiyle bir bakıma tüm dış dünya ile kurduğumuz ilişkinin biçimi, mutluluğumuzu ve daha çok mutsuzluğumuzu etkileyen en önemli faktördür. Bunun başlıca sebeplerine bakarsak; 

1-       Tüm sosyal medya araçlarında filtrelerden ve çeşitli kırpmalardan geçirilerek pürüzsüz, steril  hale getirilmiş hatta bazen gerçekliği artırılmış fotoğraf ve videolarla karşılaştığımızda ‘‘biz de böyle olabiliriz’’, ‘‘bunları yapabiliriz’’ yanılsaması oluşmaktadır. Bende böyle güzel olabilirim, akrobatik hareketler yapabilirim, başarılı olabilirim, ilginç videolar çekebilirim, güzel bir tatil fotosu atabilirim, dans edebilirim, piyano çalabilirim, vb. gerçekten güzel ve romantik olan bu verilerle sadece eğlenip geçmenin ötesinde ben de böyle olabilirim çabasına girişmenin ortaya çıkaracağı tek bir gerçek vardır; ekonomik-sınıfsal farklılıklarımız. Çünkü; bu tarz sterilize hale gelmenin ve bunun sürekliliğini sağlamanın arkasında kişilerin yıllarca süren çabaları, ekonomik ve sosyal sınıflarının avantajları vardır. Ayrıca tüm bu işleyiş bilindiği gibi güçlü şirketlerin, sermaye sahiplerinin kendi tüketim ağlarının sıcaklığını korumak için bizzat içinde müdahil oldukları bir süreçtir.

 

2-       Modern dünyanın hayatımıza kattığı hız mutluluk skalamızı da etkiliyor aniden görünüp kaybolan haz odaklı hızlı yaşam bizi aynı zamanda ani çıkış ve inişlerle duygusal istikrarsızlık kaynaklı bir mutsuzluk döngüsü içerisine yerleştiriyor. Teknolojik araçlar vasıtasıyla gittikçe küçülen dünyamızda belki de hiçbir zaman gidemeyeceğimiz güzel yerleri sürekli görmek, hiç tanışamayacağımız insanların yaşamına hayranlık duymak ve en tehlikesi bunlarla yaptığımız kıyas sonrası mutlu olma skalamızı yükseklere çekip kendi küçük hayatlarımızda küçük mutluluklara yer açamamak tehlike çanlarının çalmaya başladığının bir göstergesidir.

 

3-      Tüm bu süreçlerin ortaya çıkardığı ve güçlü olan arzu çeperinin içerisinde yer alma çabalarının eşitsizliğini göz ardı ettiğimizde duvara toslamak ve kendi mutsuzluğumuza giden yolu kendi ellerimizle döşemek kaçınılmaz bir sonuç olacaktır. Tam da Virginia Wolf’un dediği gibi;  ‘’Mutluluğu melankoliden ayıran çizgi, bir bıçak ağzından daha kalın değildir.’’

 

4-      Tabi belirtmek isterim ki; bu tarz arzularımız insan olarak tarihin her döneminde vardı ama altını çizmek istediğim nokta medyanın bu kadar gelişmesiyle ‘’bende böyle olabilirim’’ dediğimiz seçeneklerin çok artması ve tüm bu seçeneklerin hepsine kısa yoldan ulaşabilme isteğimiz. Ama bu neredeyse birkaç ömür yaşamak süresine denk gelir ki imkansızdır.

 

 

-Yarım kalmışlık yaşamın özüdür, telafi edilemez. (Dücane CÜNDİOĞLU)

-İnsan eksik, tamamlanmamış bir varlıktır, açıktır her şeye: Gerisin geri de gidebilir, sağa sola da sapabilir, yukarılara da yükselebilir. (Friedrich NİETZSCHE)

-Eksik olan ama neyin eksik olduğunu bilmeyen bir varlıktır insan. O yüzden arayışımız hiçbir zaman nesnesine ulaşamıyor hep bir kırıklık, örselenme…. (Agah AYDIN)

Mutsuzluk meselesine birde yukarıda ki sözler çerçevesinde felsefi bir bakış açısı getirebiliriz. Gerçekten de insan eksiktir ve sürekli bu eksikliği tamamla isteğiyle hareket eder. Kendimizce rasyonel açıklamaları olduğunu düşündüğümüz tüm eylemlerimizde aslında bir yerde bu eksikliği tamamlama motivasyonuyla hareket ederiz. İnsanın bu eksikliği esasında anneden kopuşta başlar ki burada ki kopuş daha çok zihinsel bir kopuştur. İnsan bu kopuşu sonrasında kendisini bir özne olarak var etme çabasında hep ötekine ihtiyaç duyar. Kişi kendini ötekinin bakışında kendini yeniden inşa eder ama bu inşa hiçbir zaman tamamlanamaz çünkü; bu eksiklik yaşamın özü ve kurucu ilkesidir bu insanın açmazıdır ama aynı zamanda insanın yaşamsal motivasyon kaynağıdır. 

Bunu günlük hayatımızda da deneyimleriz. Gelgelelim bazen bir sevgilinin, bazen inandığımız bir davanın, bazen bir arabanın, telefonun, evin, zengin olmanın, ünlü olmanın bize yarattığı heyecan ile kısa süreli bir tamamlanmışlık duygusu yaşasak da ilk heyecanın gittikçe kaybolduğunu fark ederiz çünkü; diğer tüm varlıkların da eksikliği vardır ve onlar mükemmel değilken beni bu mükemmelliğe ulaştıramazlar. Ama bu nokta üzerine çözümleme yapmaktan çekiniriz çünkü; hayatın anlamsız olduğunu fark etmenin acısıyla yüzleşmek zordur. Oysa bunun farkına varmak insanda bir aydınlanma da yaratabilir, bir anda kendinizdeki, etrafınızdaki tüm kurguların, yalanların yanılsamaların farkına varıp belki bunlardan tam olarak kurtulamasak da daha bilinçli bir ilişki kurabiliriz.

Yani demem o ki mutsuz olmak için birçok sebebimiz var bu yüzden sürekli mutluluk pompalayanların aksine birbirimizin mutsuzluğuna da alan açmalıyız. Son olarak Oğuz ATAY’ın dediği gibi;

Mutsuz sanıyorlar bizi Olric.

Oysa biz mutsuz değiliz,

Onlar boş yere bu kadar mutlu. (Oğuz ATAY)