Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “Burası benimdir” diyen ve buna inanacak kadar saf olan insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun ilk kurucusu oldu. O zaman biri çıkıp, çitleri söküp atacak ya da hendeği dolduracak, sonra da insanlara “Sakın dinlemeyin bu sahtekârı. Meyveler herkesindir. Toprak hiç kimsenin değildir. Ve bunu unutursanız mahvolursunuz” diye haykırsaydı, işte o birey kim bilir insan soyunu hangi suçlardan, savaşlardan, cinayetlerden, sefilliklerden ve dehşetlerden kurtarırdı. İşte Jean-Jacques Rousseau' nun bu sözlerinden ilk insanlar arasındaki sınırların çizimin hikayesi bu cümleler ile çok iyi açıklamaktadır. İlk insan topluluğunun parçalandığı, ötekileştirildiği ve diğer insanların haklarının inkar edildiği sahne burada başlamıştır diyebiliriz.


 

Konumuzun gelişme bölümüne başlamadan önce sizlere terim olarak çokça bilinmeyen ama günümüzün küresel dünyasında neredeyse herkesin birbirinden haberdar olduğu ve her gün yüzlerce insanın coğrafyalardan, kıtalardan ve sınırlardan terk edip ya da zorbalıkla terk ettirilen, terimce hiçbir kimliğe ve yere ait olmayan insanların dünya üzerindeki tanımlamalarını derleyerek yapacağım. Haymatlos nedir? Haymatlos kavramı, II. Dünya savaşı sonrasında, Almanya ile Türkiye arasında gelişen diplomatik etkileşim sonucu, Almancadan Türkçeye aktarılan alıntı bir kelimedir. Kavram, Türkçeleştirildiği ilk dönemde tamamen politik bir anlamla, yani vatansız ve uyruksuz olarak ilk anlamıyla kullanılmıştır. Zamanla anlam genişlemesine uğramış ve politik algılanışının yanı sıra felsefi, sosyolojik, psikolojik ve edebi bağlamda da farklı anlamlar kazanmıştır. 


 

İnsanlar arasında ilk sınıfsal ayrımın yapılmasındaki temel başlangıç, vahşi doğanın ağır şartlarından korunmak adına bir araya gelerek güvenliklerini sağlayabilecek bir güç olmalarıydı. Bu durum bir araya gelerek çok büyük ilerlemeleri beraberinde getirdi. İnsanların doğaya karşı en büyük güç olma potansiyelini sağladı. Böylece kabile hayatından, devletleşmeye doğru ilerleyen Homo Sapiens (düşünen insan) yeryüzünde tekel güç olmasıyla zaman içinde birbirlerine karşı tehlike haline dönüşen insanlar dönemini başlatmıştır. İlk sınırlar çizildi, ilk sınıflar oluştu ve ilk insanların birbiriyle savaşı başladı.


 

Her gün dilinden, renginden, inancından, düşüncelerinden, yaşam tercihlerinden ve en önemlisi ekonomik geçimsizlikten dolayı üzerinde yaşadığı toprakları terk edip, kimliksiz ve uyruksuz insan kafilesine katılanların sayısı dur, durak bilmeden artmaktadır. Bireyler içinde yaşadığı coğrafyanın tahakkümünden ve dış dünya devletlerin sınırları arasında sıkıştırılan insanlığımız, acımasız nice görüntüleri görmezden gelemeyeceğimiz derin bir rahatsızlığı bizlere yaşatıyor. Bulunduğu toprakların acımasız koşullarından kaçıp, başka ülkelerin sınırlarında umut arayışında beklerken, acımasız sınır güvenlik güçleri tarafından tekmelenerek, joplanarak itilen mültecilerin gözyaşları, burada bizlere insan toplumlarının vahşi doğadan daha acımasız olduğu gerçekliğini göstermektedir. Dönemimizin en büyük sorunu mülteci kriziyle beraber daha insani bir yaşamı yaşayabilmek adına Avrupa devletlerinin sınırlarında insani bir kimlik edinmeyi bekleyen Haymatloslar.


 

Günümüzde emperyalist devletlerin Ortadoğu'da çıkarları uğruna yaratmış olduğu kanlı savaşlarda, o bölgenin insanlarından o topraklarda ölümü beklemelerini isteyemeyiz. Elbette ki onlarında insani bir yaşam sahasında yaşamaları en doğal insani bir haktır. Bugün Suriyeli, Afgan ve Afrika kıtası ülkelerinden gelen mültecileri hedef göstermek insanlık onuruna yakışır bir eylem değildir. Bilmeliyiz ki o mülteci olarak başka ülkelerin sınırlarına dayanan insanlar kendi yaşadıkları coğrafyalarda insanlık dışı yaşam koşullarını terk etmekten başka çare bulamayan insanlardır. Onların coğrafyalarında savaş, kavga, silah, kan dur durak bilmiyor. Ve açlık ile pençeleşmekteler...


 

Evet bugün Avrupa devletleri günümüzün insani yaşam koşullarına dair yaşam bulmak adına diğer ülke koşullarına oranla çok daha cazip olarak görünüyor. Fakat Avrupa, sınırlarına dayanan ve çaresizlikten kıvranan mültecilere kendi bünyesinde yaşam sunmak istemiyor. Bunun nedenide kendi coğrafyalarında huzurun kaçırılmasından çekiniyorlar. Gerçektende bu krizi kendi cephelerine dönük baktığımızda elbette haklı taraflarıda var. Çünkü Ortadoğu artık ürkütücü bir profilde tanımlanıyor. Bugün Ortadoğu örgütlerin döl yatağı hâline bürünmüş bir durumdadır. Her gün farklı bir kimlikle yeni yeni doğumunu gerçekleştirmiş ve kime, niçin hizmet ettiği belli olmayan örgütler oluşmaktadır. IŞİD gibi vahşi bir örgütün yansıması olan ve kendini her an bir insan topluluğunda patlatacak, canlı bomba eylemleriyle çevrelerine sürekli zarar vermekte olan örgütlerden bahsediyorum. Dolayısıyla Avrupa, Ortadoğu'da mülteci olarak gelen ve devlet sınırlarına dayanan mültecilere karşı bu yüzden temkinli davranıyor.


 

Günümüzde mültecilerin en yoğun barındığı ve Avrupa'ya gitmek için köprü vazifesi taşıyan ülke Türkiye'dir. Dolayısıyla mültecilerin son yıllarda yoğun olduğu ülkemizde işsizlik ve konut krizini de beraberinde getirmekle kalmayıp, ülkemizde kişi başına düşen milli gelirde düşüşler yaşanarak alım gücünede büyük azalmalar meydana gelmesine neden oldu. Özellikle son zamanlarda enflasyonun çok yüksek tavana ulaşmasıyla, ülkenin para değerinde büyük kayıplar yaşandı. Böylece insanlarımız geçimsizlikten ve emeğinin kıymetsizleşmesiyle beraber Avrupa devletlerine fazlasıyla beyin göçü vermektedir. Artık gençler ülkede gelecek kaygısıyla yaşayarak, umudu yurtdışına gitmenin yollarında armaktalar. Bu nedenle ülkede yasadışı veya kaçak yollardan birçok insanımız kendi ülkelerini terk ederek, Avrupa ülkelerinin sınırlarında kimliksiz, mülteci ve birer Haymatlos olarak yaşamaya gittiler...


 

Evet ülkemizde büyük bir mülteci krizi yaşanmaktadır. Fakat bu gibi düşüncelere de çok karşıyım. İktidara karşı muhalif partiler, ben iktidara gelirsem bir ayda tüm mültecileri ülkelerine zorla göndereceğim diye mültecilere tehditler savurmaktalar. Yani suçu mültecilere yüklemek acizliktir. Çünkü ülkeyi yöneten iktidarın yanlış politikaları sonucunda bu mülteci izdihamı ülkede yaşandı. Bu faturayı ülkedeki mülteci aile ve çocuklarına yüklememek gerekir. Evet Avrupa zamanında Suriye ve Ortadoğu'da savaş eşiğinde olan birçok farklı ülkeden kaçıp Avrupa'ya sığınan mülteciler oldu. Bu büyük mülteci krizini durdurmak için ve kendi ülkelerinin güvenliğini sağlamak adına Avrupa ekonomik fon karşılığında mültecilerin merkezi yeri olması adına Türkiye ile anlaştı. Bu durumda mevcut iktidar din kardeşliği adı altında yardımlaşma ve insani dayanışma çerçevesinde mültecileri kendi ülkesine kabul etti. Fakat iktidarın izlediği yanlış politika şudur ki, gelen her mülteciye vatandaşlık verip ve kimlik çıkarmasıydı. Mülteciler bugün aldıkları vatandaşlık ve kimlikler ile ümitlenerek ülkede iş kurdular, konut aldılar ve çocuklarını eğitim sistemine dahil ettiler.

Doğru olan politika şu olmalıydı, ülkeye ilk giriş yapan mültecilere geçici bir belge verilip, sevgili mülteci kardeşlerimiz, ülkeniz ateş altında sizi bir komşu ülke olarak halinize üzülüyor ve ülkenizde savaş bitinceye kadar sizlerin yarasını sarıp, böylece tekrar sizi yurdunuza göndereceğiz şeklinde olmalıydı. Bunun aksine bu insanlara kimlik çıkardınız, vatandaşlık verdiniz ve daimi bir kapı açtınız. Bu insanlar bu güvenle kalıcı bir yaşam inşaa ettiler. Şimdi ülke muhalefetleri ve yarın birgün iktidar olacak A, B veya C partisi... Sizler bu mülteci halklara, kalkın derhal gidin diyemezsiniz. Bu eylem hümanist ve ahlaki bir davranış değildir. Bu yapılan yanlış politikaların faturasını mültecilere değil, bu politikayı düşünmeden körü körüne hatayı defalarca yapanlara ödetmelisiniz.