Geç olmadan, Türkiye’nin hızla değişen gündemi konuyu tartışmanın odağından çıkarmadan Adalet Yürüyüşü üzerine birkaç kelam etmek istiyorum.

Dünyada çıkar, Ortadoğu’da egemenlik, Türkiye’de ise bunların tetiklediği devlet ve toplum içinde sert iktidar savaşlarının yaşandığı tarihsel bir dönemde yapılan Adalet Yürüyüşü’nü dışarıdaki ve içerideki gelişmelerden bağımsız olarak ele almak mümkün değil.

Kaldı ki günümüz dünyasında sarsıcı etkilerini derinden hissettiğimiz geçiş sürecinin en çok etkilediği ülkelerin başında Türkiye geliyor.

Türkiye’nin yeniden şekillenmekte olan uluslararası düzende yerinin ne olacağı ve gelecekte nasıl bir misyon üstleneceği sorusuna verilecek cevabın sadece bu ülkenin halkları; Türkler, Kürtler vd. için değil bölge halkları, bölgesel ve küresel güçler için de önemi büyüktür.

Bundan 100 yıl kadar önce; Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde ülkede ve bölgede yaşayan halkların tarihsel birikimini, ortak iradesini ve taleplerini görmezden gelen ve yeni kurulan devleti kendi çıkarları temelinde şekillendiren; ona Batı‘nın bekçisi ve çöpçüsü görevini veren güçler, aradan 100 yıl geçtikten sonra da Türkiye’yi yine kendi çıkarlarına uygun bir biçimde şekillendirmek, ona buna uygun yeni misyonlar biçmek istiyor.

Başını ABD ve AB’nin çektiği Batı dünyasının Türkiye’yi denetimde tutma ve kendi çıkarları ekseninde kullanma politikası aradan geçen 100 yıla rağmen güncelliğini koruyor. Batı bundan vazgeçmiyor, geçecek gibi de görünmüyor.

Türkiye ise bölgesel ve küresel bir aktör olma iddiasıyla eski ilişki tarzına itiraz ediyor. Batı’yla aynı göz hizasından konuşmak, tek taraflı ilişkileri eşitlik ekseninde yeniden yapılandırmak istiyor.

Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana Türkiye ile 100 yıllık müttefiki Batı arasında açık bir çıkar çatışması yaşanıyor. Bu da Türkiye’nin ABD, AB, NATO’yla olan ilişkilerini ve iç dengelerini sarsıyor.
Çatışmalı bu durumun yeni uluslar arası düzen kuruluncaya; her şey ve herkes yerli yerine oturtuluncaya kadar devam edeceği gözleniyor.

Öte yandan dışarıda Sünni itttifak politikasına dayanarak Sünni İslam dünyasının liderliğine soyunan ve içeride Türk-İslamcı çizgiye savrulan Türkiye’nin bölgesel ve küresel bir aktör olması iddiasını gerçekleştirmesi bir yana artık sürdürmesi bile pek mümkün görünmüyor.

Mısır ve Suriye’deki gelişmeler, Amerika ve Rusya’nın hamleleri ve Avrupa’nın tecrit etmesiyle dışarıda önü kesilen, içeride ise demokratik bir sistemi öngören Çözüm Süreci’ni ilerletmek; Türk-Kürt İttifakı’na yol vermek yerine savaş politikalarına geri dönen ve krizi derinleştiren Türkiye’nin tıkandığı ve duvara dayandığı görülüyor.

Yanlış dış ve iç siyaseti yüzünden Batı’yla girdiği çıkar savaşında bir şey elde edemeyen ve mevzi kaybettiğini gören Türkiye’nin yeni bir arayış içinde olduğu da anlaşılıyor.

( Önceki gün kaleme aldığı, ‘Batı’yla ilişkilerde yeni strateji ihtiyacı‘ başlıklı yazısında, ‘Batı’yla ilişkilerimizi düzeltmeliyiz, ya bir yol bulacağız ya yeni bir yol açacağız, çünkü bu durum sürdürülebilir değil‘ diyen Hürriyet yazar Abdulkadir Selvi, bu gerçeği itiraf ediyor.)

Dolayısıyla Batı’nın yeniden üstün gelmesi ihtimalini yabana atmamak gerekiyor.

Ekonomisi, güvenliği ve 100 yıllık sistemiyle Batı’yla önemli ölçüde entegre olan Türkiye’nin güçlü bir ekonomik, güvenlik ve demokratik sisteme sahip olmadan kendi şartlarını kabul ettirmesi zaten mümkün değildi.

Fakat yine de eskiden olduğu gibi gibi a’dan z’ye her şeyi Batı’daki güç odaklarının belirlemesi de zor görünüyor. Önümüzdeki yıllarda daha zorlu pazarlıkların yapılacağı ve ortak bir yolun bulunacağı ihtimali yüksek görünüyor.

Umut olmaktan çıkmış ve kendi iç sorunlarına gömülmüş CHP’ye can simidi uzatılmasına ve umut olarak pompanlamasına da bu açıdan bakmak gerekiyor.
Yıllardır AKP ve özellikle de Cumhurbaşkanı Erdoğan üzerinden Batı‘yla yürüttüğü çıkar çatışmasında amacına ulaşamayan Türk devleti bundan döneceği veya bunu dengeleyeceği ve yeni bir aktörü sahneye süreceği izlenimini veriyor.

Hem Batı ile ilişkilerde hem de devletin ana merkezinde devam eden güç ve iktidar mücadelesinde CHP‘nin AKP’yi dengeleyen, alternatif bir odak olarak sahne alacağı anlaşılıyor.

Türkiye‘nin demokrasi ve özgürlük mücadelesinin öncülüğü bu yüzden CHP’ye veriliyor. CHP bu nedenle‚ ‘Türkiye’nin demokratik alternatifi‘ haline getirilmek isteniyor. Nesnel süreç 7 Haziran sürecinde Türkiye’nin demokrasi ve özgürlük ekseninde yeniden yapılandırılmasına öncülük görevini HDP’ye vermişti.

Fakat, ne yazık ki HDP bu vizyona sahip çıkamadı. İçine itildiği Erdoğan karşıtlığı tuzağından çıkamadı ve bu tarihsel misyonuna uygun siyaset yapamadı. Çözüm Süreci çökünce de baskı altına alındı. Şimdi her gün yeni bir saldırı dalgasıyla karşı karşıya kalıyor. HDP baskılardan neredeyse başını bile kaldıramıyor.

Demokrasi ve özgürlük taleplerinin, Türkiye muhalefetinin öncülüğü ondan –bir strateji eşliğinde- şimdi CHP’ye geçiyor. CHP ise ikircilikli bir biçimde buna tutunmaya, yeni sürece uygun adımlar atmaya çalışıyor.
Yakın erimde nelerin yaşanacağını bilmiyoruz ama, CHP‘nin demokrasi ve özgürlük kavgasının hakkını vermesi çok zor görünüyor.

Zira hem iç dengeleri hem de zihniyeti buna izin vermiyor. Adalet Yürüyüşü CHP’nin daha da küçülmesinin önüne geçmiş görünüyor fakat, onun demokratik bir alternatif haline gelebilmesi için Türkiye’nin Kürt sorunu başta olmak üzere bütün sorunlarına çağdaş çözümler üretmesi gerekiyor.

Bu açıdan bakıldığında ise CHP umut vermiyor. Geriye devletin bir tercihi olarak Batı’yla ilişkilerde AKP’nin yarattığı sorunları çözmek, ilişkileri yeniden düzenlemek için yeni bir görev üstlenmek ve bu olurken de halkları meşgul etmek, onların demokrasi ve özgürlük taleplerini sömürmek kalıyor…