Futbol, özünde kolektif bir iş ve ortak bir çabadır. Oyunu inşa etmek, her mevkide en az üç oyuncunun birbiriyle uyum içinde hareket etmesini gerektirir. Pas atan, pası alan ve bir seçenek olarak pozisyon alan üçüncü oyuncu, oyunun temel dinamiğini oluşturur. Bu üçlü yapı, topun ileriye taşınmasında vazgeçilmez bir unsurdur.
Topla buluşmaların asıl amacı, topu alan kat ederek rakip kaleye yaklaşmaktır. Bu süreç, topun taşınacağı yeni bölge için yine en az üç oyuncunun organize hareketini zorunlu kılar. Futbolun bu temel prensipleri, tartışmaya yer bırakmayacak kadar nettir.Topun merkezi konumu, oyuncular arasındaki mesafeyi ve ilişkiyi belirler.
Bu nedenle, yakınlık ve bağlantılılık, oyunun sürdürülebilirliği için olmazsa olmaz niteliklerdir. Topu ileriye taşıma eylemi, bu prensipler doğrultusunda “oyun yapıları” olarak pozisyonlara yerleşirken, geride kalan beş oyuncu – kaleci dahil – alan ve pozisyon hakimiyetini korumak için doğru konumlanmalıdır. Bu, oyunun hayati bir parçasıdır.
Dün gece Chobani Stadyumu’nda oynanan Fenerbahçe-Feyenoord maçında, Fenerbahçe’nin 5-2’lik görkemli galibiyeti, bu prensiplerin ışığında değerlendirildiğinde dikkat çekici bir tablo sunuyor. İlk bakışta, bu zaferin büyüklüğü, yukarıda anlatılan kolektif prensiplerin kusursuz işleyişine bağlanabilir gibi görünebilir.
Ancak, maçı daha dikkatli analiz ettiğimizde, gerçek farklı bir hikâye anlatıyor.Jose Mourinho, Fenerbahçe’yi sahaya klasik oyun anlayışıyla sürdü. Takım, beş gole rağmen temelde defansif bir stratejiyle konumlandırılmıştı. Peki, bu strateji neydi? Mourinho’nun planı, rakibin ceza sahası çeperlerine kadar ilerlemesine izin vermek, Feyenoord’un hücum için tüm gücünü mobilize ettiği anda savunmasındaki dengesizlikleri yakalamak ve hızlı geçişlerle sonuç üretmek üzerine kuruluydu. Fenerbahçe’nin önde baskı denemeleri, oyunu rakip yarı sahada oynamaktan çok, rakibin oyun düzenini bozmayı ve ani fırsatlar yaratmayı hedefliyordu.
Orta sahadaki bölgesel baskılar da bu amaca hizmet etti: Feyenoord’un istikrarını sarsmak ve hızlı hücumlarla gol bulmak.Mourinho, bu maçta özüne döndü. Ancak, bu oyun anlayışının Fenerbahçe’yi nerelere taşıyabileceği sorusu, temkinli bir değerlendirmeyi gerektiriyor. Eğer Mourinho’nun bu defansif ve fırsatçı oyunu evrensel bir başarı reçetesi olsaydı, kendisi bugün Fenerbahçe’de değil, Şampiyonlar Ligi’nin favori takımlarından birinin başında olurdu.
Ne var ki, bu oyun anlayışı, modern futbolun dinamik ve çok katmanlı yapılarıyla rekabet etmekte zorlanıyor. Mourinho’nun oyunu, derinlikten yoksun, yüzeysel ve seyrek hareketler dizisine dayanıyor. Bu, Şampiyonlar Ligi seviyesinde ciddiye alınabilecek bir dinamizm sunmuyor.
Fenerbahçe’nin Feyenoord karşısındaki 5-2’lik zaferi, kuşkusuz taraftarları mest etti. Ancak, bu galibiyetin büyüsü, Mourinho’nun klasik anlayışının sınırlarını örtmemeli. Futbolun evrensel prensiplerine sadık kalarak, daha derin, katmanlı ve dinamik bir oyun anlayışına geçiş, Fenerbahçe’nin uzun vadeli başarıları için kilit önemde. Mourinho’nun bu oyunu, bir gecelik zaferler için etkileyici olabilir, ama büyük hedefler için yeterli mi? Buna, sahadaki gerçekler karar verecek