Hayat denilen bu dolambaçlı bu uzun yolda, insanlığımı ve varlık nedenimi kaybetmemek için, insanlığı ve hayatı iyi öğrenmeye karar vermiştim. İnsanlığın özgürlük kavgasında yer alan Spartacus gibi, büyük özgürlük savaşçılarını bazen düşünüyordum. Kendi bireysel hayatlarını hiçe sayarak, insanlığın özgürlüğü için, kızıl bir şafak vakti büyük insanlık kavgasına girişmişler. Bu gibi kavgalar bana ilham veriyordu. Ancak hayatın dayanılması zor sıcaklığını yaşamam, en yakınlarımın bile ihanetlerini görmem, beni hayatın dayanılması zor olan koşullarında çelikleştirdi. Hayat bana ilham kaynağı oluyordu. İnandığım ideolojik fikirler, bana, nasıl bir yolda yürümem gerektiğini gösteriyordu.Ne yapmalıyım, nasıl yaşamalıyım? sorusunun hem soranı hem cevap vereni hemde yaşayanı olmuştum. Yaşamı tarih boyunca derinliğine analiz edenlerin, bu esaretten bir çıkış arayanların sayısı çok azdır. Çok az insan, yaşamla ilgili kafa yormuş fikir üretmiş. Çoğu insan, tüketimi hemde korkunç bir tüketimi tercih etmişlerdi. Doğanın verdiği imkanları savuran bir insan toplumu vardı.
Doğaya saygı kültürü yok olmuştu. İnsan toplumu, asalak böceklere benzer şekilde yaşıyorlardı. Adeta çobana ihtiyaç duyan ve başlarında bir çobanın olmasını isteyen bir dünya toplumu vardı. Küçük bir elit tabakaya itaat etmek, çobanın sözünü dinleyen sürünün varlığını gösteriyordu. Çoban elit sınıfın kendisi, sürü de, sayıları milyarları bulan insan kalabalığıydı. Sadece biraz arpa ve saman, eşeğin sahibine göstereceği sadakat göstermesi ve her istediğini yapması için yeterliydi. Eşeğin ve atın yuların altına girmesi yediği arpa ve saman sayesindeydi. Kapitalizmde, asgarî ücretlilerin, işçilerin patron ve burjuvazi karşısındaki durumu ve zavallı hali biraz bu duruma benziyordu. Eşek ve at, ahırda esaret altında yaşasa da, samanı ve arpası varsa özgür olduğunu ve yaşadığını düşünüyordu. İnsan, kendi türünü eşek haline getirmişti. Birçok insan bunun farkında değillerdi ama ben, bunu net olarak görüyordum. En kötüsü de, kimse, buna pek itiraz etmiyordu, gidişattan memnunlardı. Kölenin, kölelikten memnun olması, sahibine, köle üzerinde kurduğu otoriteye meşruluk sağlıyordu. İşte kapitalizm, işçi sınıfı ve toplum üzerindeki egemenliğini ve otoritesini liberal ekonominin serbestliğinden ve özel mülkiyete sahip olma özgürlüğünden alıyordu.
Tabiki ulus devletin varlığı ve vatanseverlik, kapitalizmin varlığının meşruluğu için, en güçlü argüman olarak kullanılıyordu. Toplumun neredeyse tamamı, ulus devlet denilen bu sermayeyi koruma aygıtına körü körüne bağlıydılar. Biraz iyi şartlarda yaşam imkânı ve bazı ekonomik haklar, ulus devletin toplum üzerindeki varlığını ve otoritesini tartışılamaz kılıyordu. Ulus devletin varlığı, milliyetçiliği sürekli tetikleyen bir etkendi. Ulus devletin sayesinde, burjuvazi emperyalist savaşları, ulusal davanın ve ülke menfaatlerinin savaşı olarak gösteriyordu. Ulus devletin etkisini yaşayan bireyler, çoğu kez, emperyalist egemenlik için, burjuvazinin sermaye savaşının ulusun çıkarı için yürütülen savaş olduğunu düşünüyorlardı ve hem destek veriyorlardı hemde katılım sağlıyorlardı. Bu milliyetçi dalgalanmalar, emperyalizmin kullandığı bir argümandan başka bir şey değildi. Aynı zamanda, bu milliyetçi anlayış, halkların kardeşliğine en büyük darbeyi vuruyordu. Emperyalist savaşlarda, ezilenler ve ölenler halklardır ama savaşlardan kâr ve kazanç elde edenlerde silah tüccarları ve burjuvaziydi.
İnsanların bunun farkında olmaları gerekiyordu.
Benim bütün uğraşım ve siyasi yazılarım, bunun içindi. İyi bir yaşamın olması için, iyi bir toplumsal düzene ihtiyaç vardı. Bunun için, mevcut sistemin aşılması şart olmuştu. Ben, birey olarak bu sistemin, ailevi nedenlerden dolayı kurbanı olmuştum. İnsanın kötüsü, hayatın her alanında başımın ucundan eksik olmadı. Hele bu kötülerin, benim en yakınlarım olması, beni daha çok delirtiyordu. Bazen inzivaya çekilmeyi tercih ediyordum. Bazen bunun, hayatın inişli çıkışlı süreçleri olduğunu düşünüyordum. Bazende, kaderde olan yaşanılır diyordum. Kadere inanmazdım, kimsenin dayattığı bir kaderede boyun eğme gibi bir durumun olamazdı. Çünkü ben isyankar biriydim. Ben, kuralsızca yaşamın yaşayanı olmayı başarmıştım. Yani kuralsızlık, benim için aslında en iyi kuraldı. Benim için, kuralsız yaşam demek kimseye boyun eğmemek ve kimseye bağımlı olmamaktı. Emrin olduğu bir yaşamı ret ediyordum. Ancak bu şekilde farklı bir alternatif yaşamın yoluna girebilirdim. Var olanı ret etmeden farklı bir alternatif yaşamın yoluna girilemeyeceğini biliyordum. Bundan dolayı, bütün kötülüklerin düşmanı, iyiliklerin dostu olmayı başarmıştım. Bu düşman, en yakınım olsa bile yaklaşımım değişmezdi. En çok ta hedefim olanlar en yakınlarımdı. Ben düşman seçmezdim. Benim için düşman düşmandı. Çünkü düşman kötülüktü, nankörlüktü, cehaletti.
Kemal Söbe
Selamlar