Kitaplar bir çok hayatların bileşkesi ve kesişme noktasıdır. Zaman ve tarih arasında yolculuk yapabilmenin tek yolu kitaplardır. Uygarlık, insanlık tarihi, yaşam ve hayatlar bu kitapların ışığıyla aydınlanır ve gün yüzüne çıkar. Tarihin ilk uygarlığı kabul edilen Sümer uygarlığının muğlak kalmış hatlarını yine tarihte o dönemlerde yazılan ilk kitap roman ve yazılı destan olarak kabul edilen ‘Gılgameş Destanı’ sayesinde anlarız, günümüz kültürünün tarihsel olarak gelişimine yakından bakma fırsatına sahip oluruz.            

                                                                ***

‘Lizbona Gece Treni’ kitabı ise bizi Portekiz'in kanlı tarihinin mimarı olan Salazar’ın diktatörlüğü altında yitirilmiş ve yara almış hayatların şehrine götürürken aynı zamanda kendi içimizde de bizleri derin bir yolculuğa çıkarıyor. Her şey Bern şehrinde yüksek bir köprünün demirlerine tırmanıp derin sulara bakan bir kadının kurtarıldıktan sonra Antik diller uzmanına söylediği ‘Portugues’ kelimesi ile başlıyor. Sözcüğün büyüsüne kapılan Gregorius ani bir kararla kelimenin anavatanı olan Lizbona gitmek için yola koyulmasıyla başlıyor. Bu dakikadan sonra sözcüklerin ritmi ve dansına, şiirsel akıntısına insan ruhunun derinliklerine, pişmanlıklar denizine, acılara, umuda ve direnişe doğru yolculuğa çıkıyoruz.

Yaşanmakta olanı sadece Amedeus Prado ile birlikte aldığı bir kararın doğurduğu sonuçların ardından sürükleniriz. Fakat en önemlisi Amedeus’un iç dünyasındaki derinlik ve sessizliktir. Bu sessizlik bizleri düşündürdüğü kadar ürkütmektedir de çünkü romanın kahramanın kimliği bir süre sonra okuyucunun kendi kimliği hale dönüşmektedir.

 Kitap disiplin ve rutin sahibi olan antik diller uzmanı olan Raimund Gregorius’un ‘Her şeyi değiştirecek olan bir güne’ uyanmasıyla başlasa da çok kısa bir süre sonra kendisine hediye edilen Amedeus’un ‘Sözcüklerin kuyumcusu’ isimli kitabını bizler de okumaya başlarız. Kitap içinde bir başka kitabı okuruz. Metinlerde derin felsefi tespitlere ve gerçekten de adı gibi ‘Sözcük kuyumculuğuna’ şahit oluruz. Çünkü pırıl pırıl akan bir dil ile karşılaşırız.

Roman başlangıcı Montaigne’dan yapılmış şu alıntıyla başlamaktadır; ‘’Hepimiz küçük parçalardan oluşuruz, bu parçalar öyle şekilsiz, öyle farklıdırlar ki birbirlerinden, her biri her an canının istediğini yapar; bu yüzden kendimizle kendimiz arasındaki farklılıklar, kendimizle başkaları arasındaki kadardır.’’ Alıntı kitabın derinliğinin mesajıdır aslında. Diğer bir alıntıysa Jose Manrique’dendir; ‘’Birer Nehirdir hayatlarımız adına ölüm denen, o denize doğru akan’’ Bu alıntı sonradan bana Amedeus’un kendi nehrinde bir akıntıya kapılmış olmasını çokça düşündürttü. 

Amedeus’un ‘Sözcüklerin Kuyumcusu’ kitabında geçen ‘Başkaları senin duruşma salonundur’ sözü aslında aldığı bir karardan dolayı toplumca yargılanmış ve sert eleştirilere maruz kalmış olan kahramanın kendi varlığından türetmek zorunda kaldığı bir hayat itirafıdır.  ‘’Diktatörlük bir gerçekse Devrim vazifedir’’ sözü Amedeus’un mezar taşında yazan sözdür. Bu söz duygu düşünce ve duruş olarak kendi durduğu yeri ve az çok hayatındaki izlerinde nereden geldiğini ifade etmektedir.

‘’Hayat yaşadığımız şey değildir; hayat, yaşadığımızı hayal ettiğimiz şeydir.’’ 

‘’Vedalaşmak insanın kendi kendisiyle de yaptığı bir şeydir başkalarının bakışları altında kendisine arka çıkmasıdır’’

‘’Bir yerden ayrılırken geride kendimizden bir şeyler bırakıyoruz oradan gitsek de orada kalıyoruz.’’

‘’Hayatlarımız sürüklenen kumlardan meydana gelen geçici oluşumlardır, bir rüzgarla kurulur, bir başkasıyla yıkılır. Doğru dürüst kurulamadan dağılıp nafile oluşumlardır.’’

Özcesi kitap hayatın iliğine dair tespitler, yaşanmışlıklar ve varoluş kusmuklarıyla doludur. Kendi varlığını daha iyi anlamak isteyenin okuması gerektiğine inandığım bir kitap. Bazen gerçekleri başkasından duymaya ve onların hayatları üzerinden anlamaya ihtiyacımız vardır. İşte ‘Lizbona Gece Treni’ böyle bir kitaptır.