Mutluluk, işte orada duruyor. Bir karış ötemizde, omuzlarımız üzerinde taşıdığımız başımızın içinde! Ama uzanıp tutamıyoruz. Erişemiyoruz kendisine, kendimize! Ya ıskalıyoruz ya da gecikmiş bir yolcu gibi duraklarda beklemekle geçiyor ömrümüz!
İnsan, bir felaket birimidir. Kendi kendisiyle arasındaki o mesafede vurulup düşer gecenin
ortasına. Descartes’in ‘Düşünüyorum öyleyse varım’ öğretisini iliklerine kadar
‘’Düşünmekten ölüyorum’’a çeviren yeryüzüne, kendisine ama en çokta kendisine kılıç
çeken, içini yaralayan o varlık yani insan! Bu varlığı düşünürken kendimi bir trajedi oyununu
seyrederken bulurum. Sahnenin arkasında küçük bir melodi küçük ama her şeyi daha da beter
kılıyor daha da trajik daha da ölümcül!
Mutluluk, işte orada duruyor. Bir karış ötemizde, omuzlarımız üzerinde taşıdığımız başımızın
içinde! Ama uzanıp tutamıyoruz. Erişemiyoruz kendisine, kendimize! Ya ıskalıyoruz ya da
gecikmiş bir yolcu gibi duraklarda beklemekle geçiyor ömrümüz! Yaşamaya çalışırken
yaşayamamak. Ölümsüzlüğün peşinde koşarken takılıp düşmek bir uçurum kenarından ve
yitirmek kendini, ne büyük bir acı! İşte burada, şurada, orada binlerce milyonlarca yalnızız
birbirinden habersiz. Bu kadar çokken yalnızların sayısı nasıl oluyor da hala bu kadar
yalnızız! Neden uzanan ellerimiz kavuşmaz birbirine. Milyonlarca ağız milyonlarca kulak
duymaz işitmez birbirini! Oysa ben, beni duyacak birisinin hasretiyle yanıp kavruluyorum
satırlarımı yazdığım şu saatte. Ne ki kimse duymuyor sesimi. Ne ki ben de duymuyorum
kimsenin sesini!
Benliğimde, kendi içimde sayabildiğim kadarıyla dokuz kişiyiz şuan. Öldürdüklerimi de
sayarsak dokuz milyon küsür! Bu dokuz kişinin hangisi benim? Hangisi biziz. Ve bir insanın
kaç canı vardır? Oysa düştüğü uçurumlardan hiçbir zaman ayakları üzerine de düşmez! Bir
istasyon kalabalığının sessizliği ve suskunluğu var içimde! Peki suskunluk konuşur mu?
Konuşmaz olur mu! Bir suskunlukta her zaman ses öbeklerinden daha derin anlamlar vardır!
‘’Kalp düşünebilseydi eğer atmaktan vazgeçerdi’’ Demişti, Pessoa, Huzursuzluğun Kitabında.
Diğer kalpleri bilmiyorum ama benim kalbim hazır ve burada göğüs kafesimin altında bütün
heyecanıyla bekliyor atmamak için!
‘’İstemeden varım, istemeden öleceğim. Olduğum şeyle olmadığım şey arasında, hayal
ettiğim şeyle hayatın beni yaptığı şey arasında bir boşluğum’’ tüm mesele bu. Cennetten
kovulup çarptırıldığımız cezanın kendisi de bu: İkilemler, belirsizlikler ve yenilgiler! Sizler de
Tanrıların, kahkahalarını işitiyor musunuz; gökyüzünün derinliğinde Şeytanla kadeh
tokuşturuyorlar. Hepsi bir oyundu; Aden, Elma, Havva ve Adem bahanesiydi hepsi, insanlığa
yapılacak olan işkenceyi ve trajediyi keyifle izlemenin bahanesi! Roma arenalarında
aslanlarla dövüştürülen onlara yem edilen kölelerin parçalanmış uzuvlarını izleyen
imparatorlar gibi… Kahkahaları duyuyor musunuz? Çın…Çın…Çın.. kadeh sesleri,
kanlarımız kadehi dolduran şarap misali!
İnsanlık, acının gettolarında hayatın yazgısını kendi elleriyle yerine getiren bir felaket birimi!
Günden güne azalıyor. Varlığından hiçliğe koşuyor! Çorak ve varoş bir ömrü tamamlamaya
çalışıyor. Kaktüslere sarılıp dikenleri öpüyor. Kaçtığı en uzak nokta yalnızlığı. Geceleri açan
bir akşam sefası ve bir tas kan!